izleniyoruz

Friday, February 19, 2010

Derslerini verdim!

Bunu kendileri istedi. Hatta bunun için üste para vermeyi bile teklif ettiler. ''İstemez, paranız sizde kalsın. Ben size dersinizi verip giderim'' demek istedim. Ama fakir bir akademisyen adayı olduğumdan diyemedim. Daha ziyade gözlerim parlayarak ''Ne kadar? Ne kadar?'' diye sormak istedim. Ama elbette fakir ama gururlu olduğum için bunu da yapamadım. Vakur bir edâyla boynumu büküp ''istemem yan cebime koy'' tavrını takındım. Koymadı ibneler! Koymadıklarından mütevellit şu dakika itibariyle beş parasızım. Mevzu bu değil ama. Mevzu ders vermek!

İlk dersimi 21 yaşında verdim. 9 yaşında bir velete. Fransız okulunda okuyordu. Birlikte Fransızca çalışıyorduk. Çok eğlenceliydi. 9 yaşında yaramaz bir oğlan çocuğu olduğu için 1,5 saat kıçının üstüne oturtup ders çalıştırmak kolay olmuyordu. Annesi başta gördüğü manzaralar (oğlan kanapenin tepesinde, oğlan odanın öbür ucunda bağrış çağrış bana cevap yetiştiriyor, oğlan amuda kalkmış bana tersten cevap yetiştiriyor) karşısında benim öğretmenliğimden şüphe etse de yazılılardan iyi notlar, öğretmenlerden övgüler geldikçe benim yeteneğim de onaylandı.

Arada başkalarına da ders verdim ama asıl 1,5 yıl bir Fransızca hazırlık öğrencisine ders verdim ki en zevkli deneyimlerimdendi. Hatun Adanalı bir ağanın kızıydı. Annesiyle birlikte yaşıyordu ve daha ilk günden annesi beni hatunun hamisi olarak atadı. Uzun sarı saçları, çingene esmeri teniyle tahmin edeceğiniz gibi son derece tezat oluşuruyordu. Uzun boyluydu ama yine de sivri topuklu ayakkabılar giyerdi. Leopar desenli derin göğüs dekolteli bluzlarından bahsetmiyorum bile. Bunun yanında dönemin fırtınalar estiren dizisi Kurtlar Vadisi'nin tutkunuydu. Ama okuduğu bir kitabı anlatma ödevi verdiğim bir gün bana dönüp ''1984 olur mu?'' dediğinde ağzım açık kalmıştı. 20 yaşındaydı ama çocuk gibiydi. Benimle ödev için pazarlık yapardı. Dersi kaynatmaya çalışırdı, ödevlerini unuturdu. Ama zehir gibiydi. Bir kere anlattığım hiçbir konuyu ikinci kere tekrarlatmadı. Farklı bir aile yapısı vardı elbette. Şiddet, silah, aldatma. Annesi bir gün babamın annemi çok dövüp dövmediğini sormuştu. ''Hayır, babam annemi dövmezdi'' dediğimde inanmakta güçlük çeken bir ifadeyle bakmıştı bana.

En nefrettiğim öğrenci tipi hem çalışmayan hem de aptal olan öğrencilerdir. Hiçbir zekâ pırıltısı göstermeyen insana tahammül edemiyorum. Evet elitistim. Kimse kusura bakmasın. Olmuştu öyle bir aptal öğrencim. Sonunda işin ucunda kendi menfaatim olmasına rağmen yarıda bıraktım dersi. Daha fazla tahammül edemedim. Sonra yeniden ders almak için aradığında ''vermiyorum'' deyip kestirip attım.

Geçen sene ilk kez bir sınıfta ders verdim. YÖK'ün zorunlu Türkçe ve Tarih dersleri vardır. Her üniversite öğrencisi birinci ve ikinci sınıfta bu dersleri alıp tamamlamak zorundadır. Doktora yaptığım üniversitede bu Türkçe dersine girdim bir sınıfın. Topluluk önünde ilk ders verme deneyimim bu oldu. Son derece keyifliydi. İlk dersimde Can Yücel üzerine tez yaptığımı söylediğimde bir öğrencim baygın gözlerle bakıp ''Hocam Can Yücel'in 'Bağlanmayacaksın' diye bir şiiri vardır, ne güzeldir, değil mi?'' deyip iç çektiğinde gülmemek için dudaklarımı ısırmıştım. Bu dersi verirken kendime uygun mesleği seçtiğimi bir kere daha anladım.

Bu ikinci deneyimim. Osmanlıca anlatıyorum bu kez. Karşımdaki topluluk biraz farklı. Yaşını başını almış, bir yerlerde üst düzey mevkilere gelmiş ya da kendi işinin patronu olmuş kişiler var bu defa karşımda. Dikkatli olmak lazım her söylediğinizde. Yüksek bir özdenetim gerektiriyor. 18 yaşındaki öğrenciye vereceğiniz tepkiyi veremezsiniz bunlara. Osmanlıca yazısıyla ilgili şeyleri anlamadıklarında suçu sürekli üstüme alarak kötü yazım yüzünden anlamadıklarını söyledim durdum. Yoksa ''biz beceremiyoruz'' deyip duruyorlar. Yine de keyifli.

Friday, February 12, 2010

Ertelemenin Kitabı (Erteledim yazamadım)

Gavurcada procrastination, Osmanlıca'da tehir, günümüz Türkçesi'nde ise erteleme denen eylemin kitabını yazmak üzere oturdum bugün bilgisayarımın başına. Bir ara aklımdan ''Aman boş ver, şimdi ne uğraşacaksın bunu yazmakla?'' sorusu geçmedi değil. Nitekim hak verdim kendime. Kitap dediğin yaz yaz bitmez bir şey. Öyle ha deyince ortaya çıkmaz. Kendi kendime yürüttüğüm bu muhakeme sonucunda başlangıçta bazı notlar almaya, kitabı yazma işini ileriki bir zamana ertelemeye karar verdim.

Şimdi ileride kaleme alacağım kitabımın taslak bölümleri üzerinden ilerlesin yazı.

Bölüm I. Kim erteler?
Yapılan araştırmalar (ben kendi çevremde yürüttüm bu araştırmayı, eşe dosta sordum, o cevapları burada yorumlayacağım) erteleme işinin en çok akademik çalışmalar yürütenlerde görüldüğünü ortaya koymaktadır. Araştırmalar sadece akademik çevrede yürütüldüğü için böyle bir sonuç çıkmış olabilir. Lakin araştırmanın diğer çevrelere genişletilmesi ileriki bir tarihe ertelendim. Yine de kendimden son derece emin bir şekilde söyleyebilirim ki durum budur. Doktora yapan arkadaşlara, yeni bitiren şanslılara, bitirip göreve başlamış hocalara sordum. Aldığım cevap hep aynı oldu: ''Ohooo! O da bir şey mi ben bir ay parmağımı kıpırdatmadan yattığımı bilirim'', ''Yığılmış işler dururken pijamalarımı çekip televizyon izlediğim oldu günlerce'' ve benzeri.

Bölüm II. Neden erteler?
a) Mükemmeli yakalama arzusu
Birtakım kendini bilmezlerde mükemmeliyetçilik kusuru bulunur. Bu zat-ı muhteremler sanarlar ki bir işi mükemmel yapmak mümkündür. Bu gaflet içinde ellerindeki işi en mükemmel şekilde yapacakları anı, koşulları, ruh hâlini bekleyip dururlar. Öyle bir an hiç gelmez, o koşullar hiç oluşmaz, o ruh hâline asla bürünülmez. Bu bekleyiş içinde işler ertelendikçe ertelenir.

b) Başarısızlık korkusu
Bir kısım insan kendine güvenmez. Kendine güvenmediği için yapacağı işe de güvenmez. Zaten ortaya koyacağı iş iyi olmayacaktır, zaten başaramayacaktır. Bu düşüncelere gark olan kişi işin başına geçecek hevesi kendinde bulamaz, başaramayacak olduktan sonra yapmanın da bir anlamı yoktur.

c) Götünü yerinden kaldıramama sendromu
Bu gruptaki kişiler çalışma enerjisini kendilerinde bulamazlar. Bütün gün o koltuktan kalkıp bu koltuğa geçer, koltuktan kalkar yatağa yatar, öylece geçirir günleri. Bu gruba dahil olan kişiler genelde ''son dakikada sıkı bir çalışmayla başarısız'' felsefesine inanan kişilerdir.

Bölüm III. Ertelemenin Sonu
Hangi gruba dahil olursa olsun ertelemenin sonu bütün ertelemeciler için aynıdır: paçaları tutuşmuş bir hâlde son âna sıkıştırılmış işi bitirme çabası, uykusuz geçen bir iki gün,  sinir stress, panik atak, yetişmeyecek korkuları, ''yemin ederim bundan sonra her şeyi günü gününe yapacam yeter ki bu yetişsin'' duaları. Elbette iş öyle ya da böyle yetişir. İşin bitmesiyle birliktebir rahatlık kaplar ertelemecinin ruhunu. O an çok kararlıdır, o günü dinlenerek geçirecektir ama ertesi sabah mutlaka erkenden kalkıp çalışmaya başlayacaktır. Kendine sözler üstüne sözler verir.

Ertesi sabah saat dokuzda saatin zili çalar. Ertelemeci biraz daha uyumanın iyi bir fikir olduğuna, saatin henüz erken olduğuna kanaat getirip saati kapatır, uyumaya devam eder. Yapılacak işler mi? ''Ohooo, daha çok var abi yapılır elbet''