izleniyoruz

Saturday, February 18, 2012

Felaket Kahini...

Yaşadıklarım, yaşayacaklarınızın garantisidir.


İtirazın faydası yok. Sessizce uzlaşalım. Öyle ya da böyle bir kısmınızın henüz yaşamadığı birçok şeyin yaşanacağının garantisiyim ben.


Hayatın, hadi şairin belirlediği ölçüyü kullanalım ve 70 yıl ömür biçeyim insanoğluna, henüz ilk çeyreğindeyken tecrübe ettiklerimi, örneğin amcam ömrünün uzatma dakikalarını oynarken tecrübe etti. Birçok insan için durum hiç farklı değildi. Küçükken benzer daha azdı. Büyüdükçe benzeşmeler farklı noktalarla çoğaldı. Roller değişti, kesişti, üst üste bindi. 


Ben o rollerden hangisi olduğumu artık karıştırmaya başladım: çocuk, anne, koca, baba? Önemi yok... Bütün pencerelerden bakabiliyorum. 


"Sıçramış" dediğinde telefonda ya da bir gece yarısı kırgın argın otururken "Y hasta,  şusu var" dediğinde öteki, bendeki etki değişmiyor. Sahne kuruluyor,  zaman ileri sarıyor, cümleyi kuranın "o anı" bir anda ete kemiğe bürünüyor. Bir bıçak kemiğime saplanıyor. Canım yanıyor. Hep bildiğim yerden geliyor sorular, cevapları hiç ıskalamıyorum. 


Teselli vermek isterken her şey birbirine karışıyor. 


"Ben, seni dinlerken, onu dinlerken, çok kötü oluyorum. Biliyorum. Ne yaşayacağını biliyorum ve bu beni mahvediyor. Sen çok acı çekeceksin ve benim elimden bir şey gelmiyor. O adam yarım kalacak. O çocuk... Ya o çocuk... Peki o kadın... Geri döndüremediği gidişatın içinde çocuğa bakarken, adama bakarken... Ben bütün bunları geçmişi ve geleceğiyle görürken... Sana teselli vermek için geldim. Veremiyorum. Bağışla. Ne yaşayacağını biliyorum."


Kim beni sizin hayatlarınızın omnipresent anlatıcısı yaptı?         


           

Friday, February 3, 2012

Hüsn ve Aşk...

Bazıları maşuk doğar, bazıları âşık.


Zaten kıyamet bundan kopar. Daha doğrusu kıyamet bir süre sonra aktörlerin rolleri değişmek istemesinden kopar. Hayır, hayır aktörlerin dediysem yanlış anlaşılmasın. Maşuğun rolünden vazgeçmeye yanaştığı Divan edebiyatında hiç görülmez de belki dünya tarihinde nadir örnekleri vardır. Bilmiyorum, aramak görmek lazım lakin benim buna gücüm yok. Ben kendi rolüme odaklanmak istiyorum: âşık. 


Bütün mesele şu: âşıksan âşıklığını bileceksin. Gayri yolu yok. Nedir bu? Uzaktan seyredecek, çağırınca gideceksin. İstediği zaman, istediği gibi, istediği kadar seveceksin, isteği geçince geldiğin yere dönmeyi becereceksin. Sevmekten zevk alacak, sevilmene müsaade verildiği için şükredeceksin. 


Bunlarda bir sorun yok bence. Hepsini tek tek, noktasına virgülüne yapıyorum. Gel gelelim hayvan-ı beşer, id-ego-süperego üçlemesinden ibaret. İd'i böyle beslesem de ego ve süperego bu açlığa fazla dayanamıyor. Hiç beklenmedik bir anda, gidişattaki mini minicik bir aksaklıkta arıza veriyor. Bütün arızalarına mantıkî esbab-ı mucizeler icat etse de sanırım aslında zaman zaman o da maşukluğa özeniyor, az biraz sevilmek istiyor ya da tam da o arızanın çıktığı alanda sevilmiş olduğuna dair bir emare arıyor. Bu emare, elbette, hastalıklı âşık zihninin saplantılı bir tutumla belirlediği tekil bir hareket, söz, bakış vs. olduğu için aksine asla ve kat'a ikna olmuyor. Sonra yaralandığını düşünüyor, oturup ağlıyor, kırılıyor, inciniyor vs. 


Neyse, git üstüne kalın bir şeyler giy. Daha fazla üşütme!