izleniyoruz

Monday, November 30, 2009

A tribute to 5 Posta

Benim hayatımda, gerçi eminim sadece benim hayatımda değil herkesin hayatında böyledir ama ben özellikle hissederim bunu, birileri bir şeylere vesile olur. Mesela edebiyatta doktora yapmama vesile olan lisans üçüncü sınıfta dersini aldığım bir sosyoloji hocasıydı. O dersi almama vesile olan da yakın bir arkadaşımdı. Hem o dersi almış olmaktan hem de ilerleyen zamanlarda uğraş olarak kendime edebiyatı seçmiş olmaktan hiç pişman olmadım. Hayatımda önemli dönüm noktalarını tutan bu insanlar her daim farklı bir yere sahip oldu benim zihnimde. Hayatımdan, en azından günlük yaşamımdan çıkıp gitmelerine rağmen bendeki izlerini korudum.

İnternetle olan maceramda böyle başladı sayılır. Yani bir biçimde internet kullanıcısıydım elbette. Ama son derece acemi ve temel düzeyde bir kullanıcıydım. Mail kontrol ediyor, hepimiz için fenomen haline gelen ekşi sözlüğü takip ediyordum. Msn ile ilişkim bile sınırlı düzeydeydi. Ta ki bir gün ekşi sözlüğün son frame'inde '5 posta' başlığını görene kadar. Merakla tıkladığımı hatırlıyorum. Son okuduğum entry'de şu yazıyordu:

mevzuya nefis bir pozisyondan yakla$an blog, takipcisiyiz..
ayrica yazar amcanin först kılas bir ruh hastasi oldugunu tespit ettim kisa zamanda..
sezai ikilitre, 19.04.2008 23:32



"Först kılas ruh hastası" beni çarpan tam olarak bu ifade oldu. Bir yerde bir ruh hastası varsa, orada farklı bir şeyler var demektir. Orada genel geçer kaynaklardan, sıradan kitaplardan, alışılmış kişilerden öğrenemeyeceklerinizi size sunan biri var demektir. Bir yerde ruh hastası varsa, orada eğlence var demektir. Nitekim talimat almış Alice gibi kendi beyaz tavşanımın ardından gittim. O linke tıkladım ve kendimi Harikalar Diyarı'nda buluverdim.

İlk okuduğum blog, 5 Posta'ydı. Uzun süre sessiz bir okuyucusu oldum. İlk yorumumu yazmam 'Mustafa' filmi vesilesiyle oldu. Ardından başka yorumlar geldi. 5 Posta'dan yola çıkıp başka blogları keşfettim. Onlardan zıplayıp daha başkalarına gittim. Zamanının büyük kısmını bilgisayar başında geçirmek zorunda olan ben için yeni bir alan açılmıştı önümde. Facebook'tan sonra ilk sosyal medya grubuna da yine Fenasi yüzünden girdim. Fenasi benim beyaz tavşanımdı, parmağını uzatıp 'gel' dediği her yere peşinden gittim. 5 Posta Sosyal Tesisleri bir süre sonra sona erdi, sona ermeden az önce ben çıktım. Ama iyi deneyimdi. Bilmediğim bu karanlık diyarda bebek adımlarıyla yol alıyordum.

Ardından Fenasi twitter'a girdi. Uzun süre uzaktan izledim. Gerçi minik tavşanım çoktan ortalara çıkmış gelmem için davetkâr danslar ediyordu. Sonunda peşinden deliğe atladım ve kendimi twitter'ın içinde buldum. Her zamanki gibi ilk tepkim korkmak oldu. Twitter deryasında bir hiçtim ve bu hiçliğimle ne yapacağımı hiç bilmiyordum. Bu deryaya kadar peşinden geldiğim, gösterdiği delikten içeri süzüldüğüm ve tanıdığım tek adam olan Fenasi'ye sığındım. Sağolsun, yol gösterme konusunda hiçbir zaman ketum davranmadı. Sorularımı tek tek yanıtladığı gibi sormadan işin kolaylıklarını da söyledi.

Uzun süre sonra bugün aklımı bir süredir kurcalayan, yine işaretini beyaz tavşanımdan aldığım Friend Feed'e nihayet girdim. İlk tepkim bir sütlü kahve klasiğiydi. Korktum. Yine Fenasi'ye sığındım. Bu defa teknik bir arıza nedeniyle yanımda olamadığı için girdiğim gibi çıktım Friend Feed'den. :) Tavşanımı göremeyince duramıyordum, bunu anladım. Bu defa Qaos yardım etti. Farkında olmadan tavşanım oldu. Ama konumuz bu değil.

Bugün bir başka tesadüf yaşandı. Friend Feed'e girdiğim gün Fenasi blogunda bu blogtan bahsetti. Blogu açıp-ki yeni bir yazı olduğu için zaten yeterince heyecanlıydım-kendi blogumun adını bir anda karşımda görünce, bir süre ekrana boş boş baktım. Bütün bu süreç gözümün önünden en klasik tabiriyle film şeridi gibi geçti. Blog camiasıyla beni tanıştıran, en az birkaç kez artık yazmak istediğimi söylediğim ve sonunda yazmama aslında sebep olan adam, beyaz tavşanım, benden bahsetmişti.

Herkesin kendince bir teşekkür etme yöntemi vardır. Benimki de böyle olsun.

Saturday, November 28, 2009

Ses

Bir odanın içinde açtı gözlerini. Sade döşenmiş bir odaydı. Mavi bir ışık hakimdi. Annesi bir koltuğun üzerinde oturmuştu. Üzerinde mavi bir sabahlık, başında beyaz bir yemeni vardı. Amcasının kızı annesinin sağ yanındaki koltukta oturuyordu. Yengesi sol tarafındaydı. Odada neşeli bir hava vardı. Yavaş yavaş ayıldı, kendine geldi. Sesler anlam kazanmaya başladı. Önce bir uğultu gibi duyduğu sesin aslında kaset çalardan geldiğini anladı bir süre sonra. Kasetteki ses annesinin sesiydi. ''Ah, yenge ne çok gülmüştük sen bunu dediğinde'' dedi amcasının kızı yüzünde ışıl ışıl bir gülümsemeyle. ''Sorma'' dedi annesi. ''Cidden çok gülmüştük.'' Ardından  ağız dolusu bir kahkaha patlattı. Kasetten sürekli annesinin yaşamının çeşitli anlarına dair sesleri geliyordu. Bazen kahkaha atıyor, bazen kızıyor, bazen azarlıyordu kasetten gelen ses. Bir köşede durmuş sesini çıkarmadan olan biteni izliyordu. Üçü kasetten duydukları üzerine öyle ateşli sohbet ediyorlardı ki aralarına girmeye cesaret edemedi. Hem pek mutlu görünüyorlardı bu halleriyle, araya girmek bu mutluluğu bozmak gibi geldi ona. Uzandığı koltuktan kalmadan, hiç kıpırdamadan sessiz sedasız onları izledi. Seslerinin, gülüşlerinin onu sarıp sarmalamasına izin verdi. En çok annesinin sesine, annesinin kahkasına kulak kesildi. En çok onu duydu, dinledi. Yavaş yavaş anlamsızlaştı sesler. Uyku yeniden gözlerine çökmeye başladı. Bir süre sonra kendinden geçti.

Bir odanın içinde açtı gözlerini. Sade döşenmiş bir odaydı. Kırmızı bir ışık hakimdi. Odada büyük bir boşluk vardı. İçi hüzünle doldu.

Wednesday, November 25, 2009

Sıkılınca yapılan bir şey vardı, ne oldu ona?

Bugün neredeyse bir hafta oldu. Bir haftadır el ense vaziyette yatıyorum. Başlangıçta iyiydi tabi. İlgi de üzerimdeydi, ohhh! Gelsin çorbalar gitsin meyve suları derken günümü gün ediyordum. Fakat bu ilgi aynı oranda sürmedi. Evin yegane ortağı 'seninle mi uğracağım'a gelen bazı sözler sarf etmeye, isteklerime aynı ivedilikle cevap vermemeye başladı. Bütün bunlara 'iyileşmedin mi sen? sanki daha iyisin' sorgulamaları da eklendi. Can sıkıcı bir hâl almaya başladı bu iş.

Can sıkıcı demişken benimde 24 saat kıçımın üstünde kah oturmaktan kah yatmaktan canım sıkılmaya başladı ufaktan. O zaman aklıma geldi bu soru. Ben canım sıkılınca ne yapıyordum? Mutlaka bir şey yapıyordum ama ne yapıyordum, vallaha unuttum. 3 gündür düşünüyorum. Çeşitli şeyler geldi tabi aklıma. Mesela kitap okumak. Cık! Canım sıkıldı diye kitap okuduğum görülmüş değildir. Kitap okuyorsam canımın sıkıntısından değil öyle istediğim için olur. Gerçi artık bir isteğin ötesinde bir tür zorunluluk kardeşim kitap okumak. Sıkıysa okuma. O tez kendi kendini yazar mı sanıyorsun? Lakin uzun zaman var şöyle ağız tadıyla bir kitapta okuyamadım. Aklımdan binlerce kitap geçiyor, birini alıp başla değil mi? Yok ben kitaplara bakıyorum kitaplar bana, öylece geçip gidiyor günler.

http://mikeinel.deviantart.com/art/Bored-60695930

Televizyon izlemek var bir de. Ama gündüz vakti televizyon izlemek can sıkıntısına deva değil, başlı başlına bir can sıkıntısı nedeni. Kendimi kaptırayım, güzel güzel izleyeyim canımın sıkıntısı geçsin istiyorum ama nerde. Teyzelerin sesleri kulağı tırmalıyor, her bir program kendi vasatlığıyla daha da sıkıyor beni. Oysa ben çok iyi bir televizyon izleyicisiyimdir. Başına geçtim mi top atsan kulağımın dibinde yine de duymam. Ekrana kitlenir, ağzımın kenarından salyalar akarak seyrederim o anda ekranda olan görüntüyü. Evde ne kıyametler kopmuştur çocukluğumda ve hatta büyüklüğümde seslendiklerinde cevap vermediğim için televizyon izlerken. Neyse artık bu bile deva değil derdime.

Bir de sıkılınca hayal kurarım ben. Hatta gün içinde yeterince kuramıyorum diye akşam olunca biraz erken yatar, uykum gelene kadar hayal kurarım. Renkli bir dünya gerçekten. İnsanın sıkıntısını da oldukça hafifletiyor. Gel gör ki bir haftadır yatar konumda olmaktan hayal kurma gücümü de fazla zorlamış olmalıyım ki artık kuracak bir hayal de gelmiyor aklıma. Resmen hayalleri tükettim. 'Bunu kurmuştum', 'bunu daha bu sabah hayal ettim', 'aman bu hayalden sıkıldım' diye diye kendimi hayalsiz ortada kalakalmış buldum.

Kitap okuyamıyorum, televizyon izleyemiyorum, hayal kuramıyorum. Çok eminim kardeşim ben sıkılınca bir şey yapıyordum, sıkıntım geçiyordu. Ama neydi o şey, onu bulamıyorum.

Friday, November 20, 2009

Olmasaydım şaşardım!

Evet, olmasaydım şaşardım ki sağolsun bünyem beni şaşırtmadı. Evet efendim günümüzün modası domuz gribinden ben de kendime düşen payı aldım. Bir süredir son derece yoğun bir tempoyla çalışıyorum. Çeviri bittikten sonra projelerle ilgili işler çıkıyor. Kendimi ordan oraya savrulurken buluyorum. Bulgaristan, Kayseri, Kocaeli, Makedonya... Makedonya bütün bu işlerin neredeyse son ayağıydı. Kitabın editi bitmişti. Bildiri hazırlanmıştı. Makedonya'ya gidilip sunulmuştu bile. Havaalanında yapılacak son işlere göz atıyordum. Bir tanıtım yazısı ve edit edilecek iki yazı kalmıştı geriye. Bugün için yapar bitiririm diye hesaplıyordum. Gel gör ki bütün planlar suya düştü.

Dün gece gelip güzel bir duş aldım. Amacım ayaklarımı uzatıp biraz keyif çatmaktı. Saat 2de başlayan yolculuk maceramız 9.30da ancak bitmişti. Yeniden evde olmanın huzuru içindeydim, ama bütün bu rehavetin içinde yaklaşmakta olan felaketi göremedim elbette. Duşun ardından metabolizmam birdenbire çöküverdi. Önce ateşim yükseldi, öksürük krizlerine tutuldum, kustum, kemiklerim ağrımaya başladı. Sonra biraz rahatlar gibi oldum. Lakin gel gör ki gece uyumak mümkün olmadı. Yattıktan bir iki saat sonra uyandım. Uyumak mümkün değildi. Her tarafım ağrıyordu. Yatak dar oldu bana. Kalkıp odaya geçmekten başka seçeneğim kalmadı. Sabaha kadar yarı uykulu, yarı uyanık, bir üşüyüp bir yanarak bir sağa bir sola döndüm durdum. Son dönemlerde geçerdiğim en kötü gecelerden biriydi. Rüyalar ve halüsinasyonlar birbirine girdi. Sabah ilk iş doktora gittim. Yapılan testleri görünce doktor 'domuz gribi değilsiniz, ama kan testi sonuçlarınız çok benziyor' dedi. Dayadı ilaçları. Bol sıvı, bol vitamin, bol dinlenme, dedi, başka da bir şey demedi.

Sabahtan beri yatıyorum. Kah ateşleniyor kah terliyorum. Dün geceyle kıyas kabul edilmez derecede iyiyim elbette. İlaçlar işe yaradı. Gel gör ki düşünmeden edemiyorum. Böyle bulduğum her mikrobu kapmak zorunda mıyım ben? Her sene mutlaka bir defa yorgan döşek yatarım böyle. Üstelik işlerimin tam da sonuna gelmişken ya da çıkıp gidilecek bir yerler varken olur bu. Misal kardeşim bugün asistanlığa kabul edildi, akşamında gidip sudem'de bir şeyler içecektik. Ne var ki bırak dışarı çıkmayı, kardeş korkudan yanıma bile gelemiyor. Böyle de talihsizim işte.

"Talihsiz Serüvenler Dizisi" gibi bir hayatımız var bizim. Çok uygun bir filmdir bizim hayatı anlatmak için. Zaten bir o uygundur bir de Yeşilçam'ın o ağlak filmleri. Bazen birileriyle oturup denk geldiğimizde insanlar 'Yok artık, bu kadar da olmaz' der, filmin gerçekliğini eleştirir. Böyle anlarda 'Olmuşu var canım, buradan almaz mısın?' dememek için zor tutarım kendimi. İşin tuhafı bütün felaketlerine rağmen bir taraftan da fena halde yolunda giden bir hayat bizimkisi. Bir yönünü anlatıyorsun tam bir yürek paralayıcı hikâye, diğer yönünü anlatıyorsun tam bir başarı öyküsü. Bu ikisi nasıl oluyor da yan yana geliyor ben de anlamıyorum. Ama bir biçimde geliyor işte. Zaten Balık burcuyum, ömrüm ruhsal anlamda iki uçta gidip gelmekte geçiyor, hayatımın da bundan bu derece etkilenmesi tuhaf şey doğrusu.

Vehasılı kelam, gerçekten olmasaydım şaşardım ey okuyucu!