izleniyoruz

Saturday, October 30, 2010

İtiraf

On sekizinci yüzyılda yazılan İstanbul'a Dair Risale-i Garibe uzun bir sövgü paragrafıyla başlar. Bu eğlenceli  risalenin yazarı uzun sövgünün ardından küfrün kime gittiğini "Mezbûrlar zikir olunur" diyerek aşağıda tek tek sayar. Yazarın listesi günümüz alfabesine çevrilmiş hâliyle yaklaşık 25 sayfa sürer. Bazen saydıklarının ne ifade ettiği, tam olarak hangi kabahati işledikleri anlaşılmaz, zira günümüz anlam dünyasında artık bir yeri yoktur.

Ben yazacak olsam ne yazardım diye düşünmedim değil. Ama benim aklıma sövecekler değil, övecekler geldi. Kızdıklarımı değil, imrendiklerimi hatırladım. Efendim, öylelerinin sağlığına zeval gelmesin, başarılarına gölge düşmesin, yürüdükleri yollara kar yağmasın, bindikleri araca arıza musallat olmasın, gittikleri yerlere felaket uğramasın, ömürleri uzun olsun ve dahi bir bahar neşesinde yaşansın, şarap sofralarından eksik olmasın. "Mezbûrlar zikir olunur":

Uzupuzun güzel, ince, kaslı bacaklarıyla saatlerce durmadan dans edenler,

Geniş omuzlarının arasına yerleştirdikleri büyük ciğerleriyle soluksuz yüzenler,

İki tekerleğin üzerinde dengelerini hiç kaybetmeden yollara karşı pedal basanlar,  

Bir kara kalem ile beyaz kağıt üzerine çizdikleri üç-beş çizgi ile yepyeni bir dünya yaratanlar,

Benim elime aldığımda ancak bir karmaşa yaratabildiğim renklerle bir düzen kuranlar, 

Ellerine aldıkları çamuru evirip çevirip zihinlerindeki düşüncenin formuna sokanlar,

Bir bestenin üç farklı yorumunu birbirinden ayıracak kadar kesin duyuşlular,

Benim için gergin bir deriden, içi boş bir kamıştan ibaret olan aletlere dokunup, üfleyip bütün fareleri peşlerinden koşturanlar, 

Sadece ortalama 29 harf ile olası olan sayısız kombinasyonlardan en güzellerini bulup, sayfalarca aslında insanlığın yüzyıllardır anlattığı aynı hikâyeyi anlatıp bambaşka bir hikâye anlatıyormuş gibi hissettirenler,

Deklanşöre bastıklarında görünenin başka bir biçimini kayıt altına alanlar,

Bir metne, bir resme, bir fotoğrafa, bir müziğe bakıp hiç göremediklerimi görenler, anlatanlar, yorumlayanlar,

 E = mc2'nin, Collatz Problemi'nin, kökendeşliğin ve görevdeşliğin ne demek olduğunu bir bakışta anlayanlar,

Ve bütün bu meziyetlere rağmen cümlelerine hâlâ "ben..." diye başlamayanlar...

Evet, imreniyorum.



Thursday, October 21, 2010

Mukadderat

Her şey yukarıdakinin ebemi bırakıp benimle halvet olmaya niyetlenmesiyle başladı. O ana dek ebemle olan ilişkilerini uzaktan gözlemci sıfatıyla izledim. Ne de olsa olayın hem mecazi hem de kelimenin gerçek anlamıyla bana giren çıkan bir yanı yoktu. Bu nedenle kimin kimle ne yaptığına karışacak değildim. Sonuçta medeni bir insandım. Zevklere ve renklere saygım ya da büyük bir vurdumduymazlığım vardı. Dolayısıyla yukarıdakinin yaşlı başlı, namazında niyazında bir kadından ne istediğini merak bile etmedim. Fantezi sınırları geniş bir ülkeydi ve ben birkaç şehrinden başkasını gezmemiştim.

Lakin ebemden hevesi geçip gözlerini bana çevirdiği anda işin rengi değişti. Neydi ne oldu emin değilim. Zira bana kalırsa bence fazla bir fark olmamıştı hayatımda. Gel gör ki yine de atış menzilinde olduğumu bilmek kanıma dokundu. Karşı koyacak gücüm yoktu. Kadir ve baki olanla aşık atacak güç bende ne gezerdi. Nitekim dediğim gibi oldu. Bu yatıp kalkmalar sonunda hayatımda olmasa da aramızdaki ilişkinin renginde bir değişiklik oldu. Hayran olduğun kim olursa olsun, onunla yatağa giriyorsan o hayranlığın derecesinde gündelik hayata yansıyan bir azalma, bir laubalileşme kaçınılmaz oluyor.

Bunun ilk emareleri de dilde görülüyor tabi. Kadrinden ve mutlakiyetinden şüphe duyulmaz bir "O" iken yanı başında uzatsan elini dokunabileceğin bir "sen"e dönüyor hitap. İnanç desen bu "sen"le birlikte biraz sallanıyor doğrusu. Aslında daha iyi ifade etmek gerekirse, inancın biçimi değişiyor. Bir zamanlar "dua edersem olur, her şeye bir çözüm bulur, dermansız dert vermez" fikr-i sabiti, "sen bir yolunu bulur, beni yine becerirsin" biçiminde tezahür ediyor ki bu da  gece karanlığında yol alırken karşıdan gelen bir kamyonun ışıklarıyla önünden kaçamayacağın bir ânda karşı karşıya kalma beklentisi yaratıyor insanda ve işin kötüsü bu beklenti hiç geçmiyor. O kamyon üstünden geçecek kardeşim, direnmenin alemi yok.

Şimdi, yeni fikr-i sabitiniz bu olunca her ağzınızı açtığınızda vakaların en olumsuz yanlarını mevzubahis etmeniz de neredeyse alışkanlıktan mütevellit bir zorunluluk hâlini alıyor ki bu bazen konuştuğunuz kişilerde bıkkınlık nâm duygunun zuhur etmesine neden olabiliyor. Böyle durumlarda sıkıntısını dile getiren arkadaşlar genelde kişisel tarihinizi bilmeyenlerdir. O zaman verdiğiniz rahatsızlıktan dolayı edeplice özür dilemek ve devamını asla ama asla getirmeden şöyle demek gerekir:

"Her şey yukarıdakinin ebemi bırakıp benimle halvet olmaya niyetlenmesiyle başladı."
 

Monday, October 18, 2010

Nasıl geçti habersiz?

Şu hayatta bazı anılar ve bir iki düşünce var ki ne zaman aklıma gelse bir düğüm gelir boğazıma oturur. Biraz fazla uzatsam anımsamayı, sonu kesin göz yaşı olur.

Bunlardan biri seninle ilgili. 1997 yazında henüz evde olduğun dönemlerden bir kesit. Odaya 6 sene önce kendi isteğinle, 2 sene önce zorunlu olarak büründüğün sessizliğinle giriyorsun. Her Türk babası gibi üçlü koltuğa uzanıyorsun. Ben o koltuğun hemen yanı başına kenarları birbirine değecek biçimde yerleştirilmiş tekli koltukta oturuyorum. Sol kolunu gözlerinin üzerine kapıyorsun. Sağ elini ses çıkarmadan bana doğru uzatıyorsun. Bakmıyorsun, bir şey diyemezsin ya zaten, yine de bir ses bile çıkarmıyorsun. Anlıyorum ne demek istediğini. Usulca elimi aslında çok da büyük olmayan yorgun avucuna bırakıyorum. Elimi tutuyorsun.

Çocukluğumu hatırlıyorum o anda. Birlikte parka gittiğimiz günleri. Elim elinin tamamını kavrayamadığı için serçe parmağını bana uzatışını. O serçe parmağa hayatın bütün anlamını yükleyerek tutunuşumu. Güneşli günleri.

Sonra, sen elimi avucunun arasında aldıktan bir süre sonra, sol kolunla gizlediğin için görmediğim gözlerinden yanaklarına süzülen yaşları görüyorum. Yanaklarından süzülüp çene kıvrımından sonra kayboluyorlar. Çenen sımsıkı kitli, mimiklerin donmuş. Bir şey demiyorum, diyemiyorum. Sana sarılıp son 2.5 yıldır yaşadıklarımızın bir kabustan ibaret olduğunu, seni çok sevdiğimi söylemek istiyorum. Ama yapamıyorum. Yaparsam ağlarım, ama ağlamak bana yasak. Kim koydu bu yasağı bilmiyorum ama güçlü durmak, ağlamamak lazım. O yıllarda bildiğim tek şey bu. Bu bilgiye sıkı sıkı sarılıyorum. Ağlamıyorum. Ama senin neden ağladığını biliyorum. Bir süre sonra benim de ağlamam gerekeceğini biliyorum. Ağlamaktan nefret ediyorum.

Altı yıl önce bir Ekim gecesi gördüğüm bir rüyayla kaderini benim çizdiğimi düşünüyorum. Çünkü daha önce görülmüş bir rüya ve o rüyanın sonuçları var elimde. Bu ikinci rüya ve ikinci vaka. O gece rüyamda önce öldüğünü görüyorum, sonra canlandığını. Hayra alamet değil bu. Daha önce de olmadı. Bütün rüya yorumları "öldüğünü görürsen ömrü uzar" diyor ve hepsi "rüyanın tersi çıkar" buyuruyor.  "Ölecek" diye korkuyla uyanıyorum, rüyanın tersi 6 yıl sonra çıkıyor.

İnsan günlerin içinden geçip giderken bazı tarihleri unutabiliyor. Hayretle fark ediyor unuttuklarının aslında hayatında nereye tekamül ettiğini. Gerçi belki tam da bu nedenle unutuyordur. Ben de dünü tam bitmek üzereyken hatırladım. Hatırlamasam ne olurdu? Üzülür müydün acaba? Bilsem...

Bu yazı aslında bir nazire olacaktı. Bir öncekinde öyle belirlemiştim. Fotoğraf üzerine yazılmış bir yazıya nazire yazacaktım. Unuttuğum bir tarih araya girdi. Olsun, yine de fotoğraf üzerine bir şey söyleyebilirim. İnsanın babasıyla çekilmiş mutlu bir fotoğrafının olmaması neden kaynaklanır? Söyleyeyim, bu fotoğrafları çektirebileceğiniz zamanlara erişmeden kaybettiğiniz bir arabulucunun yokluğundan... Daha çok deklanşöre basmalı.          

Thursday, October 14, 2010

Uçarayak

Başımı dayamış dışarıda yağan yağmuru seyrederken sızmadan önce aklımdan geçen son şey "Nasıl oluyor da ben bugün oraya gitmek zorunda olduğumu biliyorum?" gibi bir cümleydi. Sanırım bilinçsizliğe doğru kaydığım saniyelerde son bilinç kırıntılarım arasından varlığımı ve bilinçli olma hâlini sorguluyordum. Gerçekten çok şaşırmıştım o sorunun cevabını düşünürken, nasıl oluyordu cidden? Nasıl oluyordu da ne zaman nerede olacağımı bu kadar net bir biçimde sorgusuz sualsiz bilebiliyordum. İnsan, ne tuhaf.

Bu noktaya gelmemin hemen öncesinde havaalanının banklarında oturmuş beklerken yazdığım e-postaya yolculuk ruh hâlinin karamsarlığının bulaştığını fark ettim geriye dönüp baktığımda:

"Ne bileyim Selinovski... Hayat benim için çok farklı planlar yapıyor sanki. Sana bu satırları Esenboğa havaalanından yazıyorum. Dışarıda yağmur fırtına gırla gidiyor. Gitmekte olduğum istikamette durum nedir hiçbir bilgim yok. Bu arada henüz sunuşa dair bir şey hazırlamadığımı bilmek sanırım senin de içini rahatlatacaktır. Ne de olsa profesyonel bir procrastinator olma yolunda hızla ilerlerken erken hazırlanmış bir sunum ile kariyerime darbe indirmek istemem. Otelde internetin paralı olmamasını umuyorum. Çok mu şey umuyorum bilmiyorum ama umarım en azından ttnet wifi vardır. 600 dakika bedavam varmış. Bilirsin bedava olan her şeye sonsuz bir sevgi besliyorum.

Bu arada boğazımda bazı bakteriler yuvalanmış. Doktor bundan sonra yere düşen pis şeyleri ağzıma sokmamamı söyledi. Bir şey demedim. Ağzıma soktuklarımın daha önce yere düştüklerini hiç sanmıyordum. Ama bu bilgiyi doktorla paylaşmadım. Bir de uyardı 'Antibiyotik kullanımı sırasında doğum kontrol haplarının etkisi azalır, dikkat et kazaya kurban gitme'. Ne kadar düşünceli! Canım benim! ^.^ Onu kaza kurşununa kurban etme isteğim elbette yersizdi. Adam haklıydı!

Can sıkıntısı tuhaf şey Selinovski. Misal sende dört şişli çorap örmek olarak tezahür ederken bende tezahür edebilecek bir alan bile bulamaması can sıkıntısının bile benden sıkıldığı gibi korkunç bir hisse kapılmama neden oluyor. Şu anda yan tarafta oturan Hollandalı olduğundan şüphelendiğim sarışın hatunu kesip nasıl bu kadar güzel bir kafatasına sahip olduğunu merak etmeden edemiyorum. Bu merak beni o kafatasının mükemmel biçimini bozmaya sevk etse de elbette iç güdülerime yenik düşmüyorum. Niye düşeyim? İçgüdülerine yenik düşecek kadar zayıf mıyım ben? Değilim elbette. Hatta son baktığımda 2 kilo daha ağırdım. Kimse zayıf olduğumu iddia edemez.

Az önce xoxox'lerden yapılmış bir dünya haritası gördüm. Her şey birden aydınlandı. Aslında  bu kadar basit her şey. Alalım elimize bir harita ve xoxoxo oynayalım. Gerçi o oyunun Türkçesi SOS'dur ama olsun bu kadar gavurlaşabilirim bence.

Dediğim gibi Selinovski... Can sıkıntısı tuhaf şey."

Tuesday, October 12, 2010

Hoca Aşkına...

1991 Eylül'ünde tek şeyi anladım: Artık uzun bir süre için kaldığım evlerin hiçbiri benim evim olmayacak, hepsinde misafirim.

Babamın elinden tutup bahçesinde dikildiğim bu okulda gelecek yedi yıl boyunca 8-4 mesaiye kalacağım da ayrı bir gerçekti elbette. O an için bana fazla bir şey ifade etmedi. Yedi yıl 11 yaşında bir çocuğu tahayyül edebileceğinden çok daha uzun bir süreydi. Bahçesinde dikildiğim okul, gözümde devasa bir yapıydı. Bu yeni şehir tam bir bilinmezdi.

Bir süre sonra şöyle bir şeyi keşfettim. Ev denen minnacık alanlarda kendime ne kadar yer bulamazsam, okul denen mekânda o kadar özgürleşiyordum. Evdekiler ne kadar iterse, okul o kadar çekiyordu. Basit bir denklem tabi... Başka türlüsü düşünülebilirdi, ama benimki böyle oldu.

Evin okul olunca, hoca da ailen oluyor bir nevi. Ben şanslı bir çocuk muydum, bana hep iyileri mi denk geldi, yoksa ben bindiğim son dalı da kesmemek adına kusurlarını hiç mi görmedim, bilmiyorum. Ama ben her dem hocasever bir insan oldum. Onu biliyorum.

Hem ne sevmek... Hani itiraf etmek gerekirse âşık olmaktan hallice. Şimdi efendim akademik bir gelenek olarak hocaya/asistana âşık olmak vardır elbette. Öğrencisiyle evlenen/sevgili olan hocalar benim de çevremde rastladığım vakalar. Hatta yeri gelmişken şöyle bir olay anlatayım size. Ünlü bir matematik hocası vardı benim liseye gittiğim memlekette. Adam özel dersler verirdi evinde üniversiteye hazırlık için. Böyle bir lise son öğrencisine matematik çalıştırırken, gel zaman git zaman bunlar âşık olmuşlar birbirilerine. Eskilerin tabiriyle sevişmeye başlamışlar. Sonra boşandı adam karısından ve bu hatunla evlendi. Sonra şöyle bir şey duyduk, hatun adamın bir daha kız öğrencilere ders vermesini yasaklamış. Yorum yok.

Benim durumumun bununla ilgilisi yok. Benim hocalarım sevgili olup harcayamayacağım kadar değerli benim için. Benimki bir tür huzur bulma mevzusu. Neden bilmiyorum, belki biliyorum söylemiyorum, ama ben bu seçilmiş hocalarımla inanılmaz mutlu oluyorum. Nefes alıyormuşum gibi hissediyorum yanlarında. Normal mi, değil tabii! Ama lütfen kuzum siz söyleyin, nedir normal?

Ben bunu niye mi anlattım? Bilmem...

Yazının hamişi: Bilmeyince yazamıyorum, bilmeyi bekleyince çok uzun sürüyor o bekleyiş. Bilmeden yazmayı deneyeceğim bir süre.

Next on InBetween: Nazire: Fotoğraf Üzerine...

Friday, October 8, 2010

Tık tık tık! Sesim geliyor mu?

Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Geliyor olabilir, gelmiyor da olabilir. Ama daha önemlisi sesim geliyor olsa bile bu durum az sonra söyleyeceklerimin sizin tarafından benim amaçladığım biçimde algılanmasını garanti etmez. Zira iletişimin A (gönderen)  -----> (mesaj)  B (alıcı) formülünden çok daha karmaşık bir yapı arz ettiği günümüz iletişim kuramlarınca çoktan ortaya koyulmuş durumda.

Mevzunun buraya gelmesinin müsebbibi 24 Eylül  2010'da Ankara'da düzenlenen 27. Bilişim Kurultayı bünyesindeki "Twitter Ne Alem!" başlıklı oturum. Ben, bazı nedenlerle oturuma ancak yarım saat gecikme ile katılabildim. Dolayısıyla konuşmaların başını kaçırdım. Bu bir eksiklik değildi ama. Zira başında konuşanlar ortasında ve sonunda da ne düşündüklerini ifade etme konusunda sıkıntı yaşamadılar. Kaldı ki bir eksiklik söz konusu olsa dahi Ercüment Büyükeşener'in blog yazısı oturumun katılamadığım kısmına dair eksikliğimi giderdi.

Bu yazıda aslında o oturumunda söz alıp yüzüne karşı söylemem gereken, ama kendimi tutamayacağımdan korktuğum için susmayı tercih ettiğim 3 mevzu üzerine konuşmak istiyorum müsadenizle. Üzerinde duracağım iddialar Ankara İletişim Fakültesi'den ve CHP'den Nuran Yıldız tarafından dile getirilmiştir. Bu arada "Twitter Ne Alem!" başlıklı bir oturuma Twitter kullanıcısı bile olmayan birini davet etmek, hadi bunun "iletişim bölümü öğretim üyesi" sıfatına istinaden yapıldığı var sayılırsa böyle bir davete konu hakkında en ufak bir fikri olmadığı hâlde icabet etmek, hadi icabet ettin bari "neymiş bu" diye merak edip ucundan kıyısından bile olsa karıştırmadan oturuma katılmak nasıl bir düşünce yapısının sonucudur bunu bilmiyor, dahası ilgilenmiyorum. Fakat bu bakış açısından yöneltilen eleştirilerin doğrudan hedef aldığı kitlenin bir parçası olarak o eleştirilerin dayandığı mantığı sorguluyorum. Bu sorgulama elbette sadece Nuran Hanım'ı kapsamıyor, zira gayet iyi biliyoruz ki kendisi gibi düşünen bir zümre hâlihazırda mevcut ve bu yazı aslında bu eleştirilere genel bir cevap niteliği taşıyor.

Mevzu çok basit aslında. Nuran Hanım'ın temsil ettiği görüşün Twitter vb. sosyal paylaşım ağlarına yönelttiği 3 temel eleştiri var: 1. Sosyal ağlar gerçek iletişimi baltalamaktadır, 2. Sosyal ağ kullanıcıları yüz yüze ilişkileri tercih etmezler ve bunda başarısızdırlar, ve 3. Sosyal ağlarda hayatlar son derece kurgusal, dolayısıyla sahtedir.

Birinci maddeden başlarsak iletişimin tek tip olabileceği düşüncesi ancak geçmişe yönelik iflağ olmaz bir mazi duygusunun yarattığı bir yanılsamadan ibarettir. Bu düşündeki kişiler genelde "Nerede o eski bayram!", "Ah bizim küçüklüğümüzdeki kış geceleri!" ve türevi yad etme hastalığından muzdariptir. Şimdi sorun şu ki bu kişilere iletişim ancak bir masa etrafında kanlı canlı insanlar bir araya gelip gözlerinin içine bakarak konuşursa mümkün olabilir. Oysa bu koşul ancak ve ancak söz konusu kişilerin fiziksel bir aradalığını sağlar, ama iletişime dair en ufak garanti vermez. Kişiler arası iletişimin birinci kuralı kişilerin benzer anlam dünyasına sahip olmasıdır. Eğer kendi anlam dünyanıza benzer insanlarla karşılaşırsanız iletişimin olabilmesi için fiziksel bir aradalığa gerek yoktur. Bir zamanlar "mektuplaşma gerçek iletişimi öldürüyor" iddiaları ortaya atılmış mıdır bilmiyorum, ama günümüzde iletişim bulduğu her kanaldan kendine yol açmakta ve fiziksel bir aradalığın zorunluluğunu ortadan kaldırmaktadır. Yeter ki kafanıza göre birini bulun!

İkinci iddianın kaynağı Holywood'un dayattığı "bilgisayarı başında sürekli tıkınan şişman, çirkin ve sosyal anlamda soyutlanmış kişi" tipidir. Sosyal paylaşım ağlarını kullanan böyle bir tip olmadığını yadsımak doğru olmaz elbette. Fakat sosyal bir ağda belli bir varlık göstermek için iletişim becerilerinizin ister sanal ister gerçek ortamda gelişkin olması gerekir. İnternet dışındaki hayatında iletişim becerilerinden yoksun bir insanın (amiyane tabirle iki lafı bir araya getiremeyen birinin) internet başında bir iletişim dahisine dönüştüğüne inanabilmek için Superman-Clark Kent ilişkisinin doğruluğunu da kabul etmek lazım gelir. Madde yoktan var olmadığı gibi iletişim yetisi de yoksa yoktur, varsa vardır. Kaldı ki sosyal ağ kullanıcıları fırsat bulduklarında bir araya gelip rakı-balık yapmaktan, iyi hazırlanmış filtre kahvelerini yudumlamaktan ve bence iletişimin temeli olan dedikodudan son derece keyif alırlar. Şahsım adına konuşmam gerekirse sosyal ağlardan tanışıp görüştüğüm kişi sayısı fiziksel olarak varlık gösterdiğim ortamlardan tanıştığım insan sayısına neredeyse eşittir. Hepsinin benim için keyfi başka ve güzeldir.

Kurgusallık ve gerçek hayat karşılaştırmasını kabul etmediğim için üçüncü eleştiriyi ciddiye alamıyorum. Bunun benim için nedeni aşikardır. "Gerçek" göreceli bir kavramdır, kişiden kişiye değişir. Dikkat edin lütfen, "olgu"dan bahsetmiyorum. Olgu, yorumdan bağımsız bir referans noktasıdır. Örneğin iki arabanın çarğışması bir olgudur. Ama suçun kimde olduğu, dolayısıyla "gerçek" iki taraf için farklıdır. Dolayısıyla gerçek kurgusaldır. Kendi kendinizle aranıza ikinci bir kişinin girdiği her alan bence kamusal alandır ve kamusal alan her daim bir kurgu dünyasıdır. Sokağa çıkarken tercih ettiğiniz pantalonun rengi, modeli, saçınızın şekli, duruşunuz, bakışınız ve daha sayamadığım birçok özellik sizi görecek olanlara kendinize dair anlatmaya çalıştığınız "gerçeğin", dolayısıyla kurgunun bir parçasıdır. Sizin kurgunuzun benim için "gerçek" hâlini alması, benim onayımı almasına bağlıdır. Bu onayın kamusal alanda verilmesiyle online olarak verilmesi arasında benim için bir fark kalmamıştır.

Bütün bu itiraz aslında bana son derece mantıklı görünmektedir. İnternet iletişimi bizim için sonradan edinilen, doğasına nüfuz edemediğimiz, hayatımızın bir uzantısı olmaktan ziyade eklentisi gibi duran bir konudur.  İnternet iletişimini ve bunun doğasını aslında en iyi değerlendirecek olanlar bunun içine doğup bunu bizim gibi sonradan edinen değil, iletişimin doğal bir parçası olarak gören neslin içinden çıkacak iletişim uzmanlarıdır. Onlar, başta sözünü ettiğim nostaljinin tuzağına düşmeden daha tutarlı bir biçimde, günahıyla sevabıyla sosyal ağları değerlendirme şansına sahip olacaktır diye düşünüyorum.

Son olarak oturum salonuna girip salonun fotoğrafını çeken Ercüment'e o fotoğrafı kaldırmasını söyleyen avukatın ve onu destekleyen Nuran Hanım'ın gerekçe olarak "Ya ben işe 'hastayım' diye yalan söyleyip buraya gelmişsem ve patronum bu fotoğrafı görüp yalanımı anlarsa" demesi gerçek iletişim, samimiyet,  kurgusal hayatlar, sahte kimlikler konusunda kesilen ahkamları benim için sıfır noktasına indirmeye zaten yetmiştir. Bunu da not olarak düşmeden edemedim.

Next on Inbetween: Hoca aşkına