izleniyoruz

Saturday, October 31, 2009

Bir Hikâyenin Sonu

Dün gece 1.30 gibi nihayet bitirdim çeviriyi. Üzerinde çevirmen sıfatıyla adımın yazdığı son kitabın yayınlanma tarihi 2004. Beş sene ara vermişim bu işe. Bu beş senelik arada iki çeviri girişimim oldu ama ikisi de başlamadan sona erdi. Bırak çevirmeyi, çevirmeye teşebbüs bile etmedim. Bu kitabı da çok süründürdüm elimde itiraf etmem gerekirse. Şanslıyım ki iyi bir editörüm var, geçen Eylül ayında teslim etmek üzere aldığım kitabı 2009 Kasım ayında teslim etmeme laf etmedi. Ben kendime onun bana kızdığından daha çok kızdım bütün bu süre içinde.

Ama yapacak bir şey yoktu. Daha önce kiminde ismim yazan kiminde adsız kahraman olduğum ona yakın kitap çevirmiş olmama rağmen bu defa kendimde o cesareti bulamadım. Yazdığım her cümle kırık dökük gibiydi. Olmuyor hissinden bir türlü kurtulamadım. Mükemmel olmayacaksa hiç olmasın düşüncesine saplandım kaldım. Sonra nasıl oldu da cesaretimi
toplayıp bilgisayarın başına oturdum, cümleler klavyeden Türkçe dökülmeye başladı bilmiyorum. Aslında bilmiyorum demek kendime haksızlık. Biliyorum elbette. Son beş yıldır olduğu hâlden başka bir hâle dönüşmemle ilgili bütün bunlar.

Mükemmele ulaşamayacağın gerçeğiyle işe başlamak hiç fena olmuyor. Ne yaparsan yap mükemmele ulaşamıyorsun. O zaman mükemmel için çabalamayı bırakman gerektiğini, başkasından mükemmel olmasını beklemezken kendinden mükemmeli hiç beklememen gerektiğini anlıyorsun. Eh mükemmel olmasa da bir şeyler yapmak, sonuç olarak bir şeyler yapmak, yol almak anlamına geliyor.

Sonra ya hep ya hiççilikten uzak durmak gerekiyor. Ya bir oturuşta 300 küsür sayfanın tamamını çeviririm ya da hiç çevirmem. Mantıklı değil tabi. Sen de kabul ediyorsun ama bir biçimde bunun sana engel olmasına engel olamıyorsun. 'Ne yapsan kârdır'ı anladığın zaman hayat ve işler kolaylaşıyor. Önce bir paragraf bile çevirmek zor geliyordu. Zaten bitmeyecekti, zaten hayatta bugün 5 sayfa çevirmeyi başaramazdım vs. Kendimi en azından bir paragraf çevirmenin bile bir iş olduğuna ikna etmem kolay olmadı. Bir paragraf bir paragraftır... Devamı geldi.

Bütün hayatının çeviriye endeksli gitmek zorunda olmadığını idrak etmen gerekiyor bir de. 'Çeviri yapmam lazım' ifadesi bunun istediğinde başından kalkabileceğin, yarıda bırakabileceğin, biraz erteleyebileceğin bir iş olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Böyle bir baskı üzerinde olmadığında iş yapmak kolaylaşıyor. Daha bir istekle oturuyorsun her defasında çevirinin başına. Misal bu çeviri aslında geçen haftasonu bitebilirdi. Ani bir dürtüyle İstanbul'a gitme kararı almasaydım.

Gelelim işin haz boyutuna. Uzun zaman var ki bunu unutmuşum. Oysa üzerinde adım yazmadığı hâlde çevirdiğim ilk kitabı rafta gördüğümde yaşadığım sevinci anlatamam. Sonra bir de üzerinde adım yazanları gördüm ki onun verdiği haz tarif edilmezdi. tuhaf meslek çevirmenlik. Ben birçok nedenle çok kafa yoruyorum, yormak zorundayım bu işe. Sonuçta vardığım kanı şu ki kim ne derse desin, işin içinde mutlaka bir yaratıcılık ve bir sahiplenme durumu var. Yazar nasıl yazdığını sahipleniyor ve onun yaratıcısı oluyorsa, çeviri kitabın çevrilen dildeki sahibi ve yaratıcısı da çevirmen oluyor. İyi bir çevirmen olmanın hazzı da sırrı da burada gizli sanırım. Çeviri sürecinde çok söylendim, dır dır ettim ama şu anda içim kıpır kıpır. Yapmayacağım bir daha, diye büyük büyük sözler bile ettim ama şimdi bundan sonra ne çevirsem diye bakınıyor gözlerim.

Velhasıl açıkça belli oldu ki ben bu işten ömür boyu kurtulamayacağım. Bundan sonra kendime sonu yazılacak başka hikâyeler arayıp bulacağım.

Wednesday, October 21, 2009

Biblo

Önce başı gövdeden ayırdı. Ardından sırasıyla kolları ve bacakları gövdeye bağlayan kasları kesti. Onları da gövdeden ayırınca geriye dikdörtgenimsi bir form kaldı. Önce kesik başın geride bıraktığı boşluktan sol kola doğru, sonra yine aynı boşluktan başlayıp sağ kola doğru kesti. Dikdörtgenimsi formun iki yanına derin iki yarık açtı. Yarıklarla birlikte ortaya çıkan kaburgaları özel bir testere ile yatay olarak biçti. Başın olması gereken boşluktan tutarak elleriyle gövdenin alt ve üst kısımlarını birbirinden ayırdı. İç organlar ortaya döküldü, kalp, akciğer, dalak, bağırsaklar... Bu kan deryası içine ellerini daldırdı. Bütün o iç organların, damar ve kas yığınlarının altında aradığını buldu. Biraz önce parçalarına ayırdığı vücudun küçük bir prototipiydi bu. Bu minyatür bedeni eline aldı. Islak bir bezle üzerindeki kanı temizledi. Alt ve üst kirpiklerinin birleştiği noktalardan neşterle bir kesik atarak kapalı göz kapaklarını açtı. Hafif kaymış durumdaki gözlerini eliyle düzelti. Gözlerine dimdik, delici bir bakış yerleştirdi. Hiç ayrılmayacakmış gibi sımsıkı kapalı duran dudaklarının arasına da aynı neşterle bir çizgi çizdi. Dudaklarına, bakanın için ısıtan bir tebessüm yerleştirdi, hatta aradan hafifçe dişlerinin görünmesine izin verdi. Otursun mu, dikilsin mi karar verememişti. Sonra bütün güzelliğinin her an görülebilmesi için dikilmesine karar verdi. Bacaklarını rahatça ayakta durabileceği biçime soktu. Kollarını iki yanına sallandırdı. Sonra sertleşip ebedi halini alması için minyatür bedeni masasının üstüne bıraktı. Bu arada biraz önce dağıttıklarını toplamaya başladı. Getirdiği büyük çöp poşetine başı, kolları, bacakları ve gövdeden arda kalanı doldurdu. Etrafa sıçrayan kan damlalarını sildi. İşini bitirip masanın başına döndüğünde minyatür bedenin istediği biçimde sertleştiğini gördü. Şimdi buna bir yer bulmak gerekti. Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi: Çalışma masası, kitap, masa lambası, ikinci masa, kitap, kitap, masanın üzerinde duran pano, önünde kitap, kitap, kitap, sandık, üzerinde asılmayı bekleyen tablolar, hasır sepet, ıvır zıvır, kitap, kitap, kitap, köşedeki raf, oradan buradan alınan hatıra eşyalar, çerçeveler, fotoğraflar, hemen altında yerden rafa kadar... Nereye koyacağını bulmuştu, içi huzur doldu.

Çevirmen aşka düştüğünde...

Çevirmen, aşka düştüğünde ne yapar? Metni karşısında gördüğü o ilk anda ne hisseder? Satırların üzerinde gezerken gözleri, aklı ne söyler? Çevirmen aşka düştüğünde, ama gerçekten aşka düştüğünde ne yapar?

"Here the rose keeps on translating itself, auto-translating automatically, in trance; there is no way to translate a rose."

Çevirmen gerçekten aşka düştüğünde hiçbir şey yapamaz. Metnin karşısında büyülenir kalır. Kalem oynatamaz, tuşa basamaz. En basit sözcükler bile yitirir karşılıklarını. Anlam büyüdükçe büyür, içinden çıkılmaz, başı sonu tutulmaz bir hal alır. Çevirmen aşka düştüğünde çeviremez, lâl olur.

"For otherwise the rest would be silence and how now can we bare the silence in this clutter of metaphors currently cultivating, tumbling endlessly?"

Aşka düşülen metnin her bir sözcüğü ateşin pervaneyi çektiği gibi çeker çevirmeni kendine. Çevirmen bilir ki, çevirmek de çevirmemek de aynı derecede ölümcül, ama çevirmemek imkansız, çevirmeye direnmek faydasızdır.

"There is violence and murder and blood, inevitably…A terrible scene of diversion and rape that repeats over and over again…I retreat with no intention: there is no point in resistance."

Geriye dönüp baktığında çevirmen pişmanlıktan ibaret kalacaktır. Çevirmeye direndiği, çevirmeden edemediği metnin kırık dökük, parçalanmış bedeni yatmaktadır satırların arasında. Her karşılığın eksik, her denemenin yetersiz kaldığını bile bile, sevdiğini kendi eliyle ölüme gönderdiğini göre göre yaşanan o kanlı süreçten geriye talan edilmiş bir metin kalacaktır sadece.

Çevirmen aşka düştüğünde ne yapar? Çevirmen aşka düştüğünde çeviremez, lâl olur ve hatırladıkça ağlar.

"The remembrance is always that of sorrow, of pain and defeat; but nonetheless you cannot escape or reject or deny or spare the rose that in its emptiness posits itself with utter enmity, with the malignant venom of pure love."

Rakip Doğanlar: Okur ve Çevirmen

Pek az okur pek az çevirmeni sever, beğenir, takdir eder. Pek çok okur birçok çevirmeni beğenmez, yetersiz bulur, öteler. Okur ile çevirmen arasındaki bu gerilimli ilişkinin nedeni, aynı zamanda ikisinin bir arada bulunmasını zorunlu kılandır: yazar. Dil bilmez okur için dilini bilmediği yazara ulaşmanın tek aracı çevirmendir. Bazı okurların bazı dilleri bilmesi bu savı çürütmez. Her okur için dili bilinmeyen bir yazar ve o yazara ulaşılmak için kullanılan bir çevirmen mutlaka söz konusudur. Oysa bir yazara çevirmen üzerinden ulaşmak okur için tarifsiz bir acı kaynağıdır.

Okur ki -yazarın sadık aşığıdır- en güçlü rakibi çevirmene -ki yazarın aslında ilişki içinde olduğudur- muhtaçtır. Onun gözü yazarından başkasını görmezken, yazarı aslında her satırında kendisine ihanet eden bir hainle birliktedir. Sadık okur, aşk nesnesine yapılan ihaneti satır satır okurken elinden bir şey gelmez. Çevirmen yazarın cümlelerine sözcük sözcük dokunup, metni satır satır soyup dökerken bütün sinsiliğiyle okura bir bakış atar.

Okur ile çevirmenin rakipliğinin sona ermesinin tek koşulu, okurun çevirmene DE aşık olmasıdır. Aşık olduğu yazarın metnini aşık olduğu çevirmenin kaleminden okuyan okur için ihanet değil, olsa olsa bir paylaşım söz konusudur. O ki dünyanın en mutlu okurudur, nadirdir.

Monday, October 19, 2009

Yazar ile Çevirmen Arasındaki Çekimin Karşı Konulamazlığı Üzerine...

Yazar ile çevirmen arasında bir ilişki olduğu nasıl yadsınamaz bir olguysa, bu ilişkinin karşı konulmaz bir çekime dayandığı olgusu da aynı biçimde inkar edilmez bir gerçektir. Çevirmen açısından bakıldığında bu çekimin kaynağı, hayran olunan yazarın kelimelerini bir de kendi dilinde söyleme ihtiyacı, bastırılmaz arzusudur. Çevirmen, kim ne derse desin, eğer aklına koymuşsa, o yazarı çevirecektir. Çevirdiği her cümle, çevirmene yazara dokunmanın hazzını yaşatacaktır. Kelime kelime, cümle cümle, paragraf paragraf yapıtı çevirecek, sonunda yapıtı bitirip tüketecek, doyuma ulaşacaktır. Üretici olduğu kadar tüketici de olan bu eylemin sonunda çevirmen yazarın yeni bir yapıtına, hatta belki başka bir yazarın yapıtına vurulacak, bu defa onun peşinden sürüklenmeye, günler geceler boyunca o yapıtı fethetmeye adayacaktır kendini.

Ne yazık ki yazarın bu sömürücü eyleme direnme imkanı elinden uzun süre önce alınmıştır. Yazar ve yapıtı, bu istilanın nesnesi olmaya mahkumdur. Yazar, içten içe bilmektedir ki çevirmene mahkumdur. Elinden gelmez çevirmenle ilişki kurmamak. Üstelik karşı konulmaz bir cazibesi vardır bu durumun. Yazar egosunu besleyen bir sonuç söz konusudur. Fakat yazar bilmektedir ki, bir çevirmenle kurulacak ilişki mutlaka ihanete uğrayacağını bilerek birine bağlanmayı gerektirir. Yazar-çevirmen ilişkisinin doğasında vardır bu ihanet. Yazar, bir önkabul ile başlar bu ilişkiye. İhanet ne kadar acı verici olsa da ilişkinin cazibesidir her daim baskın çıkan. Yazar kendini çevirmene emanet eder fazla direnmeden. İhaneti görmemezlikten gelip ortaya çıkanın sağladığı doyum duygusuyla avunmaya çalışır.

Hey çevirmen! Kimsin sen?

"I can't figure it out...you wanna be like me, or you wanna be me?" (The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford) diye sordu yazar çevirmene. Çevirmen, suskun baktı sadece. Sahi ne olmak istiyordu? Yazar olmak, yazar gibi olmak ya da sadece çevirmen olmak? Aslında cevabı kendinde gizli bir sorunun muhatabı ve esasen hiç de kafa karıştırmayan bir durumun ortasında olduğunun son derece farkında olmakla birlikte görmemek için bakmıyordu. Başı eğik, bütün haşmetiyle önünde dikilen yazarın gölgesinde dururken zihninde cevabı vermek için en uygun zamanı kestirmeye çalışıyordu. Yazarın böbürlenmeleri, kendi özgünlüğü üzerine sözleri, tek hakikatin kendisi olduğu konusundaki bencilliğine aldırmadı... Söylemenin bir anlamı yoktu, söylemedi.

Yazarın Yaşamışlığı Çevirmenin Kuramsallığı Üzerine

Hangi yazar kendi yaşamından ilham almaz? İster en büyük isimlere ister kıyıda köşede kalmışlara bakın göreceksiniz ki her yazar kendi yaşamından ilham alarak oturur yazı masasının başına ve elinde olmaksızın, belki de bile isteye başvurur bu en önemli kaynağa. Anlaşılan odur ki, yazar hem yaşar hem de yazı aracılığıyla yeniden üretmek vesilesiyle yaşadığını bir kere daha deneyimler. Böylece sadece yaşamakla kalmayıp yaşadığını dillendirmek suretiyle neredeyse iki kere yaşamaktadır hayatını.

Oysa çevirmen tamamen yoksundur bu deneyimden. Sadece bir araçtan ibaret olan çevirmen, belki tam da Selin S.'ın ''Zaman Farkı ya da Zamanımız Var mı? Çevirmek, Çevirememek ve Çevrilmek Üzerine Sadakatsizlik Odaklı Bir Bakış'' adlı yazısında belirttiği üzere zamansızlıktan dolayı yoksundur yaşanmışlıktan. Kendisine bir dakika bile çok görülen, yetişemeyen, yetişememe duygusuyla tüm varlığı kaplanan çevirmen (S., 1), çevirmekten yaşamaya fırsat bulamaz. Bu nedenledir ki bir çevirmenin yaşamı, farazi durumlardan ibarettir. Çevirmen, mütemadiyen farz eder. Çevirdiği yazar ne tecrübe etmiş ne yaşamışsa çevirme eylemi aracılığıyla aynı deneyimi paylaştığını farz eder. Fakat çevirme eyleminin sonsuzluğa uzanan bir döngü olması sebebiyle, kendi hayatını deneyimleme ve dillendirme fırsatını asla yakalayamayacak, kağıt üzerinde, sözcükler arasında, bilgisayar ekranı karşısında, masa başında, evin içinde vs. kalmaya mahkum olacak, lakin en ilginci bununla yetinebilecek, bundan haz alacak, dahası fazlasını talep etmeyecek, çevirmekle tatmin olacaktır.

Sunday, October 18, 2009

Ucu tutulacak ip

Uzun süre açıp açmamakta kararsız kaldım. Daha açarken bir sürü sorun yaşadım. Şöyle havalı, fiyakalı bir adres düşündüm bulamadım. Bulduklarımın benden önce bulunduğunu fark ettim. Denemelerimde tuturduğumda açtım. Bu defa orasıyla burasıyla oynamaktan bir şey yapamadım. Oynadım durdum, oynadım durdum. Sonra beğenmedim sildim. Blogger'dan sildim ama aklımdan silemedim. Önüme gelen herkese bundan bahsettim. Yetmedi akıl danıştım, yetmedi... yok burası yalan oldu bu kadarı yetti. Kimsenin bir şey dediği yoktu zaten, kendi kendimi yedim durdum. Dün yeniden denedim. Bu defa sorgulamadım fazla, en sade gördüğüm temayı ve nicke en uygun fotoyu bulup koydum. Önceki denemelerimden bir adım öteye giderek tutup izlediğim blogları da sıraladım. Sonra sıra geldi ilk yazıyı yazmaya. Evirdim çevirdim olmadı, doluya koydum almadı boşa koydum dolmadı. 'Merhaba' desem kime diyeceğim ortada okuyucu yok. Demesem yine de bu dolmasını umduğum boşluğa ayıp olur gibi. Bir öykü geldi aklıma anlatılacak, tamam ama ben öykücü de değilim ki... Bu da çare olmadı. Sonunda 'ha gayret!' deyip geçtim tuşların başına kurmadan, kurgulamadan aklımdan geleni yazmaya başladım. Bu nasıl bir blog olur inan yok bir fikrim. Hâlâ neresinden tutacağımı bilemiyorum ipin ucunu. Eğer bu girizgahı beğenir de okumaya devam edersen birlikte görürüz bu işin sonunun nereye varacağını. Şimdilik sadece orada birinin olduğunu düşünerek karalıyorum.