izleniyoruz

Monday, October 18, 2010

Nasıl geçti habersiz?

Şu hayatta bazı anılar ve bir iki düşünce var ki ne zaman aklıma gelse bir düğüm gelir boğazıma oturur. Biraz fazla uzatsam anımsamayı, sonu kesin göz yaşı olur.

Bunlardan biri seninle ilgili. 1997 yazında henüz evde olduğun dönemlerden bir kesit. Odaya 6 sene önce kendi isteğinle, 2 sene önce zorunlu olarak büründüğün sessizliğinle giriyorsun. Her Türk babası gibi üçlü koltuğa uzanıyorsun. Ben o koltuğun hemen yanı başına kenarları birbirine değecek biçimde yerleştirilmiş tekli koltukta oturuyorum. Sol kolunu gözlerinin üzerine kapıyorsun. Sağ elini ses çıkarmadan bana doğru uzatıyorsun. Bakmıyorsun, bir şey diyemezsin ya zaten, yine de bir ses bile çıkarmıyorsun. Anlıyorum ne demek istediğini. Usulca elimi aslında çok da büyük olmayan yorgun avucuna bırakıyorum. Elimi tutuyorsun.

Çocukluğumu hatırlıyorum o anda. Birlikte parka gittiğimiz günleri. Elim elinin tamamını kavrayamadığı için serçe parmağını bana uzatışını. O serçe parmağa hayatın bütün anlamını yükleyerek tutunuşumu. Güneşli günleri.

Sonra, sen elimi avucunun arasında aldıktan bir süre sonra, sol kolunla gizlediğin için görmediğim gözlerinden yanaklarına süzülen yaşları görüyorum. Yanaklarından süzülüp çene kıvrımından sonra kayboluyorlar. Çenen sımsıkı kitli, mimiklerin donmuş. Bir şey demiyorum, diyemiyorum. Sana sarılıp son 2.5 yıldır yaşadıklarımızın bir kabustan ibaret olduğunu, seni çok sevdiğimi söylemek istiyorum. Ama yapamıyorum. Yaparsam ağlarım, ama ağlamak bana yasak. Kim koydu bu yasağı bilmiyorum ama güçlü durmak, ağlamamak lazım. O yıllarda bildiğim tek şey bu. Bu bilgiye sıkı sıkı sarılıyorum. Ağlamıyorum. Ama senin neden ağladığını biliyorum. Bir süre sonra benim de ağlamam gerekeceğini biliyorum. Ağlamaktan nefret ediyorum.

Altı yıl önce bir Ekim gecesi gördüğüm bir rüyayla kaderini benim çizdiğimi düşünüyorum. Çünkü daha önce görülmüş bir rüya ve o rüyanın sonuçları var elimde. Bu ikinci rüya ve ikinci vaka. O gece rüyamda önce öldüğünü görüyorum, sonra canlandığını. Hayra alamet değil bu. Daha önce de olmadı. Bütün rüya yorumları "öldüğünü görürsen ömrü uzar" diyor ve hepsi "rüyanın tersi çıkar" buyuruyor.  "Ölecek" diye korkuyla uyanıyorum, rüyanın tersi 6 yıl sonra çıkıyor.

İnsan günlerin içinden geçip giderken bazı tarihleri unutabiliyor. Hayretle fark ediyor unuttuklarının aslında hayatında nereye tekamül ettiğini. Gerçi belki tam da bu nedenle unutuyordur. Ben de dünü tam bitmek üzereyken hatırladım. Hatırlamasam ne olurdu? Üzülür müydün acaba? Bilsem...

Bu yazı aslında bir nazire olacaktı. Bir öncekinde öyle belirlemiştim. Fotoğraf üzerine yazılmış bir yazıya nazire yazacaktım. Unuttuğum bir tarih araya girdi. Olsun, yine de fotoğraf üzerine bir şey söyleyebilirim. İnsanın babasıyla çekilmiş mutlu bir fotoğrafının olmaması neden kaynaklanır? Söyleyeyim, bu fotoğrafları çektirebileceğiniz zamanlara erişmeden kaybettiğiniz bir arabulucunun yokluğundan... Daha çok deklanşöre basmalı.          

4 comments:

  1. zordur kayıplar, acıdır ve acıtır.

    ReplyDelete
  2. köşelere sıkıştıran güzel yazılara güzel diyesim gelmiyor.

    ReplyDelete
  3. Köşelere sıkıştıran güzel yazılara "güzel"den başka sıfat bulalım o zaman el birliğiyle. Önerileri alayım.

    ReplyDelete

Söyle, içinde kalmasın.