izleniyoruz

Friday, October 8, 2010

Tık tık tık! Sesim geliyor mu?

Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Geliyor olabilir, gelmiyor da olabilir. Ama daha önemlisi sesim geliyor olsa bile bu durum az sonra söyleyeceklerimin sizin tarafından benim amaçladığım biçimde algılanmasını garanti etmez. Zira iletişimin A (gönderen)  -----> (mesaj)  B (alıcı) formülünden çok daha karmaşık bir yapı arz ettiği günümüz iletişim kuramlarınca çoktan ortaya koyulmuş durumda.

Mevzunun buraya gelmesinin müsebbibi 24 Eylül  2010'da Ankara'da düzenlenen 27. Bilişim Kurultayı bünyesindeki "Twitter Ne Alem!" başlıklı oturum. Ben, bazı nedenlerle oturuma ancak yarım saat gecikme ile katılabildim. Dolayısıyla konuşmaların başını kaçırdım. Bu bir eksiklik değildi ama. Zira başında konuşanlar ortasında ve sonunda da ne düşündüklerini ifade etme konusunda sıkıntı yaşamadılar. Kaldı ki bir eksiklik söz konusu olsa dahi Ercüment Büyükeşener'in blog yazısı oturumun katılamadığım kısmına dair eksikliğimi giderdi.

Bu yazıda aslında o oturumunda söz alıp yüzüne karşı söylemem gereken, ama kendimi tutamayacağımdan korktuğum için susmayı tercih ettiğim 3 mevzu üzerine konuşmak istiyorum müsadenizle. Üzerinde duracağım iddialar Ankara İletişim Fakültesi'den ve CHP'den Nuran Yıldız tarafından dile getirilmiştir. Bu arada "Twitter Ne Alem!" başlıklı bir oturuma Twitter kullanıcısı bile olmayan birini davet etmek, hadi bunun "iletişim bölümü öğretim üyesi" sıfatına istinaden yapıldığı var sayılırsa böyle bir davete konu hakkında en ufak bir fikri olmadığı hâlde icabet etmek, hadi icabet ettin bari "neymiş bu" diye merak edip ucundan kıyısından bile olsa karıştırmadan oturuma katılmak nasıl bir düşünce yapısının sonucudur bunu bilmiyor, dahası ilgilenmiyorum. Fakat bu bakış açısından yöneltilen eleştirilerin doğrudan hedef aldığı kitlenin bir parçası olarak o eleştirilerin dayandığı mantığı sorguluyorum. Bu sorgulama elbette sadece Nuran Hanım'ı kapsamıyor, zira gayet iyi biliyoruz ki kendisi gibi düşünen bir zümre hâlihazırda mevcut ve bu yazı aslında bu eleştirilere genel bir cevap niteliği taşıyor.

Mevzu çok basit aslında. Nuran Hanım'ın temsil ettiği görüşün Twitter vb. sosyal paylaşım ağlarına yönelttiği 3 temel eleştiri var: 1. Sosyal ağlar gerçek iletişimi baltalamaktadır, 2. Sosyal ağ kullanıcıları yüz yüze ilişkileri tercih etmezler ve bunda başarısızdırlar, ve 3. Sosyal ağlarda hayatlar son derece kurgusal, dolayısıyla sahtedir.

Birinci maddeden başlarsak iletişimin tek tip olabileceği düşüncesi ancak geçmişe yönelik iflağ olmaz bir mazi duygusunun yarattığı bir yanılsamadan ibarettir. Bu düşündeki kişiler genelde "Nerede o eski bayram!", "Ah bizim küçüklüğümüzdeki kış geceleri!" ve türevi yad etme hastalığından muzdariptir. Şimdi sorun şu ki bu kişilere iletişim ancak bir masa etrafında kanlı canlı insanlar bir araya gelip gözlerinin içine bakarak konuşursa mümkün olabilir. Oysa bu koşul ancak ve ancak söz konusu kişilerin fiziksel bir aradalığını sağlar, ama iletişime dair en ufak garanti vermez. Kişiler arası iletişimin birinci kuralı kişilerin benzer anlam dünyasına sahip olmasıdır. Eğer kendi anlam dünyanıza benzer insanlarla karşılaşırsanız iletişimin olabilmesi için fiziksel bir aradalığa gerek yoktur. Bir zamanlar "mektuplaşma gerçek iletişimi öldürüyor" iddiaları ortaya atılmış mıdır bilmiyorum, ama günümüzde iletişim bulduğu her kanaldan kendine yol açmakta ve fiziksel bir aradalığın zorunluluğunu ortadan kaldırmaktadır. Yeter ki kafanıza göre birini bulun!

İkinci iddianın kaynağı Holywood'un dayattığı "bilgisayarı başında sürekli tıkınan şişman, çirkin ve sosyal anlamda soyutlanmış kişi" tipidir. Sosyal paylaşım ağlarını kullanan böyle bir tip olmadığını yadsımak doğru olmaz elbette. Fakat sosyal bir ağda belli bir varlık göstermek için iletişim becerilerinizin ister sanal ister gerçek ortamda gelişkin olması gerekir. İnternet dışındaki hayatında iletişim becerilerinden yoksun bir insanın (amiyane tabirle iki lafı bir araya getiremeyen birinin) internet başında bir iletişim dahisine dönüştüğüne inanabilmek için Superman-Clark Kent ilişkisinin doğruluğunu da kabul etmek lazım gelir. Madde yoktan var olmadığı gibi iletişim yetisi de yoksa yoktur, varsa vardır. Kaldı ki sosyal ağ kullanıcıları fırsat bulduklarında bir araya gelip rakı-balık yapmaktan, iyi hazırlanmış filtre kahvelerini yudumlamaktan ve bence iletişimin temeli olan dedikodudan son derece keyif alırlar. Şahsım adına konuşmam gerekirse sosyal ağlardan tanışıp görüştüğüm kişi sayısı fiziksel olarak varlık gösterdiğim ortamlardan tanıştığım insan sayısına neredeyse eşittir. Hepsinin benim için keyfi başka ve güzeldir.

Kurgusallık ve gerçek hayat karşılaştırmasını kabul etmediğim için üçüncü eleştiriyi ciddiye alamıyorum. Bunun benim için nedeni aşikardır. "Gerçek" göreceli bir kavramdır, kişiden kişiye değişir. Dikkat edin lütfen, "olgu"dan bahsetmiyorum. Olgu, yorumdan bağımsız bir referans noktasıdır. Örneğin iki arabanın çarğışması bir olgudur. Ama suçun kimde olduğu, dolayısıyla "gerçek" iki taraf için farklıdır. Dolayısıyla gerçek kurgusaldır. Kendi kendinizle aranıza ikinci bir kişinin girdiği her alan bence kamusal alandır ve kamusal alan her daim bir kurgu dünyasıdır. Sokağa çıkarken tercih ettiğiniz pantalonun rengi, modeli, saçınızın şekli, duruşunuz, bakışınız ve daha sayamadığım birçok özellik sizi görecek olanlara kendinize dair anlatmaya çalıştığınız "gerçeğin", dolayısıyla kurgunun bir parçasıdır. Sizin kurgunuzun benim için "gerçek" hâlini alması, benim onayımı almasına bağlıdır. Bu onayın kamusal alanda verilmesiyle online olarak verilmesi arasında benim için bir fark kalmamıştır.

Bütün bu itiraz aslında bana son derece mantıklı görünmektedir. İnternet iletişimi bizim için sonradan edinilen, doğasına nüfuz edemediğimiz, hayatımızın bir uzantısı olmaktan ziyade eklentisi gibi duran bir konudur.  İnternet iletişimini ve bunun doğasını aslında en iyi değerlendirecek olanlar bunun içine doğup bunu bizim gibi sonradan edinen değil, iletişimin doğal bir parçası olarak gören neslin içinden çıkacak iletişim uzmanlarıdır. Onlar, başta sözünü ettiğim nostaljinin tuzağına düşmeden daha tutarlı bir biçimde, günahıyla sevabıyla sosyal ağları değerlendirme şansına sahip olacaktır diye düşünüyorum.

Son olarak oturum salonuna girip salonun fotoğrafını çeken Ercüment'e o fotoğrafı kaldırmasını söyleyen avukatın ve onu destekleyen Nuran Hanım'ın gerekçe olarak "Ya ben işe 'hastayım' diye yalan söyleyip buraya gelmişsem ve patronum bu fotoğrafı görüp yalanımı anlarsa" demesi gerçek iletişim, samimiyet,  kurgusal hayatlar, sahte kimlikler konusunda kesilen ahkamları benim için sıfır noktasına indirmeye zaten yetmiştir. Bunu da not olarak düşmeden edemedim.

Next on Inbetween: Hoca aşkına

2 comments:

  1. Var böyle tipler... ve genellikle "tutucu sağcılar", değil "solcular"... ilginç, değil mi!

    ReplyDelete
  2. Üstüne bastın, ayağını kaldır.

    ReplyDelete

Söyle, içinde kalmasın.