izleniyoruz

Friday, December 11, 2009

Lâl

Ben uzun süre önce lâl olmaya karar verdim. Hayır, hayır yanlış anladınız. Kırmızı olmadım elbette. Kırmızı anlamına gelen kelime “l'al” diye yazılır, bu “lâl”. Facebook'a, msn'e, gtalk'a bunu koydum, uzun süre de değiştirmedim. Bir arkadaşım “'hamuş' desen anlayacağım, Divân edebiyatında da kullanılır ama lâlliği anlamadım” dedi. Lâl, dilsiz demek, ondan seçtim, dedim. “Neden hamuş değil de lâl?” dedi. Güzel soruydu. Cevabı o zamandan bu zamana değişmedi. Hamuş, suskun demek, ben susamam. Bilirim, ne olursa olsun anlatmak isterim içimdekileri. Suskundan daha güçlü bir kelime, daha güçlü bir sıfat lazım o yüzden bana. Bu yüzden dilimi kökünden kesecek olanı tercih ettim, lâl oldum. Lâl olunca bir şey anlatmam sandım, ama lâlliğin susmak olmadığını da geç fark ettim.


http://gezimanya.blogcu.com/bir-baska-beyoglu-galata-mevlihanesi/1803553

İhsan Oktay Anar'ın Suskunlar adlı kitabı çok uzun süredir elimdeydi. 2007'de çıkar çıkmaz almıştım yanlış hatırlamıyorsam. Birkaç kez başladım ama devamı gelmedi, hep yarım kaldı kitap. Suskunlar  ismini Galata Mevlevihanesi'nin içindeki 'Hamuşan' bölümünden alıyor. Hamuşan suskunlar, yani ölüler demek. Mevlevihanedeki mezarlık böyle adlandırılıyor. Adından da anlaşılacağı üzere Galata Mevlevihanesini de anlatıyor kitap ama sadece bunu anlatmıyor her zamanki gibi. Bu sefer kendine konu olarak İstanbul müzisyenlerini seçmiş Anar. Ama belirtmek lazım Klasik Türk Müziği üstadları ve sazları var kitapta. Bölümler Türk müziği makamlarına göre adlandırılmış. Kitabı okurken müzik bilgimin, özellikle Klasik Türk müziği bilgimin bu kadar az olmasına hayıflandım. Çünkü yazarın kurduğu bağlantıları daha iyi kavrayabilmek için bu müziğin ayrıntılarını, hangi makamın nasıl bir havaya tekabül ettiğini bilmek lazım gibi geldi. O anda istedim ki kitapta bir düğme olsun, mesela Dügâh bölümünden önce bu makamda bir parça çalsın, böylece ben de kendimi bu yeni bölümün ruhuna hazırlayabileyim. Ne yazık ki mümkün değildi böyle bir şey. Belki e-readerlarla birlikte hayatımıza girecek olan yeni kitap formatında böyle imkânlar da olur.

Adının aksine kitap son derece sesli aslında. İşinin erbabı birçok müzisyenle dolu. Ama aralarında yedi tanesi var ki, İstanbul'un en iyi müzisyenleri olarak biliniyorlar. Ancak başlarına gelecek felaketten habersizler. Konusuna bu kadar değineceğim. Asıl konuşmak istediğim susmakla ilgili. Susmak ve kör olmak, kitapta karşımıza çıkan iki tema. Eflâtun susuyor yedi şehrin kahinleri kör oluyor. Neden? Mevleviler olunca işin içinde mevzunun da tasavvufla derinden ilgisi var elbette. Hakikati duyan susuyor, kendini sadece o hakikati dinlemeye adıyor. Hakikati gören kör oluyor, hakikatten başkasını artık görmüyor. Kendi lâlliğimi ilan ederken böyle düşünmemiştim elbette. Haddime düşmezdi zaten. Ama ister istemez susmaya karar verdiğimde yaşadıklarımı düşünmeden edemedim. Çok güzel bir cümle vardı kitapta. Şeyh İbrahim Dede, kan revan içinde kalmış Eflâtun'u mevlevihanenin kapısında gördüğünde şöyle der:

“Senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim 'Gel' dememiz değil, ayrıca onların sana 'Git' demeleri. Hiç kimseye 'kötüdür' deme. Aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır.” (123)

Kendi hâlimi düşünmeden edemedim bu cümleyi okuduğumda. Altı ay önce bana 'Git' diyenleri ve tam o sıralarda bana 'Gel' diyenleri. Beni Eflâtun gibi bir sessizliğe gömmüp sadece benim duyduğum bir ıslığın peşinden, yara bere içinde bir hanenin kapısına getirenleri ve o hanenin içinde beni güler yüzle karşılayıp 'Hoşgeldin' diyenleri. Altı ay önce onlara 'kötüdür' diyordum, şimdi 'ne büyük iyilik etmişler' diyorum. Altı ay önce lâl olmayı bir öfkeden, küskünlükten ötürü istiyordum. Şimdi lâlken duyduklarımı, lâlken anlattıklarımı görüp seviniyorum. Altı ay önce kırık döküktü hakikat, anlamsızdı. Şimdi bütün oldu, anlamını buldu. Altı ay önce ben ben değildim, şimdi ben hiç olmadığım kadar benim.

Bazen kitapta bir cümle okuruz. Basit bir cümledir. Yazar yazdığını bile unutmuştur belki. Ama okuyan için başka anlama gelir. Bazen bir cümle okuyanı olduğu noktadan bir başka noktaya taşır. Bazen bir cümle, sadece bir cümle değildir. Tıpkı bazen dilini bile kesmenin anlatmaya engel olamayacağı gibi.

Monday, November 30, 2009

A tribute to 5 Posta

Benim hayatımda, gerçi eminim sadece benim hayatımda değil herkesin hayatında böyledir ama ben özellikle hissederim bunu, birileri bir şeylere vesile olur. Mesela edebiyatta doktora yapmama vesile olan lisans üçüncü sınıfta dersini aldığım bir sosyoloji hocasıydı. O dersi almama vesile olan da yakın bir arkadaşımdı. Hem o dersi almış olmaktan hem de ilerleyen zamanlarda uğraş olarak kendime edebiyatı seçmiş olmaktan hiç pişman olmadım. Hayatımda önemli dönüm noktalarını tutan bu insanlar her daim farklı bir yere sahip oldu benim zihnimde. Hayatımdan, en azından günlük yaşamımdan çıkıp gitmelerine rağmen bendeki izlerini korudum.

İnternetle olan maceramda böyle başladı sayılır. Yani bir biçimde internet kullanıcısıydım elbette. Ama son derece acemi ve temel düzeyde bir kullanıcıydım. Mail kontrol ediyor, hepimiz için fenomen haline gelen ekşi sözlüğü takip ediyordum. Msn ile ilişkim bile sınırlı düzeydeydi. Ta ki bir gün ekşi sözlüğün son frame'inde '5 posta' başlığını görene kadar. Merakla tıkladığımı hatırlıyorum. Son okuduğum entry'de şu yazıyordu:

mevzuya nefis bir pozisyondan yakla$an blog, takipcisiyiz..
ayrica yazar amcanin först kılas bir ruh hastasi oldugunu tespit ettim kisa zamanda..
sezai ikilitre, 19.04.2008 23:32



"Först kılas ruh hastası" beni çarpan tam olarak bu ifade oldu. Bir yerde bir ruh hastası varsa, orada farklı bir şeyler var demektir. Orada genel geçer kaynaklardan, sıradan kitaplardan, alışılmış kişilerden öğrenemeyeceklerinizi size sunan biri var demektir. Bir yerde ruh hastası varsa, orada eğlence var demektir. Nitekim talimat almış Alice gibi kendi beyaz tavşanımın ardından gittim. O linke tıkladım ve kendimi Harikalar Diyarı'nda buluverdim.

İlk okuduğum blog, 5 Posta'ydı. Uzun süre sessiz bir okuyucusu oldum. İlk yorumumu yazmam 'Mustafa' filmi vesilesiyle oldu. Ardından başka yorumlar geldi. 5 Posta'dan yola çıkıp başka blogları keşfettim. Onlardan zıplayıp daha başkalarına gittim. Zamanının büyük kısmını bilgisayar başında geçirmek zorunda olan ben için yeni bir alan açılmıştı önümde. Facebook'tan sonra ilk sosyal medya grubuna da yine Fenasi yüzünden girdim. Fenasi benim beyaz tavşanımdı, parmağını uzatıp 'gel' dediği her yere peşinden gittim. 5 Posta Sosyal Tesisleri bir süre sonra sona erdi, sona ermeden az önce ben çıktım. Ama iyi deneyimdi. Bilmediğim bu karanlık diyarda bebek adımlarıyla yol alıyordum.

Ardından Fenasi twitter'a girdi. Uzun süre uzaktan izledim. Gerçi minik tavşanım çoktan ortalara çıkmış gelmem için davetkâr danslar ediyordu. Sonunda peşinden deliğe atladım ve kendimi twitter'ın içinde buldum. Her zamanki gibi ilk tepkim korkmak oldu. Twitter deryasında bir hiçtim ve bu hiçliğimle ne yapacağımı hiç bilmiyordum. Bu deryaya kadar peşinden geldiğim, gösterdiği delikten içeri süzüldüğüm ve tanıdığım tek adam olan Fenasi'ye sığındım. Sağolsun, yol gösterme konusunda hiçbir zaman ketum davranmadı. Sorularımı tek tek yanıtladığı gibi sormadan işin kolaylıklarını da söyledi.

Uzun süre sonra bugün aklımı bir süredir kurcalayan, yine işaretini beyaz tavşanımdan aldığım Friend Feed'e nihayet girdim. İlk tepkim bir sütlü kahve klasiğiydi. Korktum. Yine Fenasi'ye sığındım. Bu defa teknik bir arıza nedeniyle yanımda olamadığı için girdiğim gibi çıktım Friend Feed'den. :) Tavşanımı göremeyince duramıyordum, bunu anladım. Bu defa Qaos yardım etti. Farkında olmadan tavşanım oldu. Ama konumuz bu değil.

Bugün bir başka tesadüf yaşandı. Friend Feed'e girdiğim gün Fenasi blogunda bu blogtan bahsetti. Blogu açıp-ki yeni bir yazı olduğu için zaten yeterince heyecanlıydım-kendi blogumun adını bir anda karşımda görünce, bir süre ekrana boş boş baktım. Bütün bu süreç gözümün önünden en klasik tabiriyle film şeridi gibi geçti. Blog camiasıyla beni tanıştıran, en az birkaç kez artık yazmak istediğimi söylediğim ve sonunda yazmama aslında sebep olan adam, beyaz tavşanım, benden bahsetmişti.

Herkesin kendince bir teşekkür etme yöntemi vardır. Benimki de böyle olsun.

Saturday, November 28, 2009

Ses

Bir odanın içinde açtı gözlerini. Sade döşenmiş bir odaydı. Mavi bir ışık hakimdi. Annesi bir koltuğun üzerinde oturmuştu. Üzerinde mavi bir sabahlık, başında beyaz bir yemeni vardı. Amcasının kızı annesinin sağ yanındaki koltukta oturuyordu. Yengesi sol tarafındaydı. Odada neşeli bir hava vardı. Yavaş yavaş ayıldı, kendine geldi. Sesler anlam kazanmaya başladı. Önce bir uğultu gibi duyduğu sesin aslında kaset çalardan geldiğini anladı bir süre sonra. Kasetteki ses annesinin sesiydi. ''Ah, yenge ne çok gülmüştük sen bunu dediğinde'' dedi amcasının kızı yüzünde ışıl ışıl bir gülümsemeyle. ''Sorma'' dedi annesi. ''Cidden çok gülmüştük.'' Ardından  ağız dolusu bir kahkaha patlattı. Kasetten sürekli annesinin yaşamının çeşitli anlarına dair sesleri geliyordu. Bazen kahkaha atıyor, bazen kızıyor, bazen azarlıyordu kasetten gelen ses. Bir köşede durmuş sesini çıkarmadan olan biteni izliyordu. Üçü kasetten duydukları üzerine öyle ateşli sohbet ediyorlardı ki aralarına girmeye cesaret edemedi. Hem pek mutlu görünüyorlardı bu halleriyle, araya girmek bu mutluluğu bozmak gibi geldi ona. Uzandığı koltuktan kalmadan, hiç kıpırdamadan sessiz sedasız onları izledi. Seslerinin, gülüşlerinin onu sarıp sarmalamasına izin verdi. En çok annesinin sesine, annesinin kahkasına kulak kesildi. En çok onu duydu, dinledi. Yavaş yavaş anlamsızlaştı sesler. Uyku yeniden gözlerine çökmeye başladı. Bir süre sonra kendinden geçti.

Bir odanın içinde açtı gözlerini. Sade döşenmiş bir odaydı. Kırmızı bir ışık hakimdi. Odada büyük bir boşluk vardı. İçi hüzünle doldu.

Wednesday, November 25, 2009

Sıkılınca yapılan bir şey vardı, ne oldu ona?

Bugün neredeyse bir hafta oldu. Bir haftadır el ense vaziyette yatıyorum. Başlangıçta iyiydi tabi. İlgi de üzerimdeydi, ohhh! Gelsin çorbalar gitsin meyve suları derken günümü gün ediyordum. Fakat bu ilgi aynı oranda sürmedi. Evin yegane ortağı 'seninle mi uğracağım'a gelen bazı sözler sarf etmeye, isteklerime aynı ivedilikle cevap vermemeye başladı. Bütün bunlara 'iyileşmedin mi sen? sanki daha iyisin' sorgulamaları da eklendi. Can sıkıcı bir hâl almaya başladı bu iş.

Can sıkıcı demişken benimde 24 saat kıçımın üstünde kah oturmaktan kah yatmaktan canım sıkılmaya başladı ufaktan. O zaman aklıma geldi bu soru. Ben canım sıkılınca ne yapıyordum? Mutlaka bir şey yapıyordum ama ne yapıyordum, vallaha unuttum. 3 gündür düşünüyorum. Çeşitli şeyler geldi tabi aklıma. Mesela kitap okumak. Cık! Canım sıkıldı diye kitap okuduğum görülmüş değildir. Kitap okuyorsam canımın sıkıntısından değil öyle istediğim için olur. Gerçi artık bir isteğin ötesinde bir tür zorunluluk kardeşim kitap okumak. Sıkıysa okuma. O tez kendi kendini yazar mı sanıyorsun? Lakin uzun zaman var şöyle ağız tadıyla bir kitapta okuyamadım. Aklımdan binlerce kitap geçiyor, birini alıp başla değil mi? Yok ben kitaplara bakıyorum kitaplar bana, öylece geçip gidiyor günler.

http://mikeinel.deviantart.com/art/Bored-60695930

Televizyon izlemek var bir de. Ama gündüz vakti televizyon izlemek can sıkıntısına deva değil, başlı başlına bir can sıkıntısı nedeni. Kendimi kaptırayım, güzel güzel izleyeyim canımın sıkıntısı geçsin istiyorum ama nerde. Teyzelerin sesleri kulağı tırmalıyor, her bir program kendi vasatlığıyla daha da sıkıyor beni. Oysa ben çok iyi bir televizyon izleyicisiyimdir. Başına geçtim mi top atsan kulağımın dibinde yine de duymam. Ekrana kitlenir, ağzımın kenarından salyalar akarak seyrederim o anda ekranda olan görüntüyü. Evde ne kıyametler kopmuştur çocukluğumda ve hatta büyüklüğümde seslendiklerinde cevap vermediğim için televizyon izlerken. Neyse artık bu bile deva değil derdime.

Bir de sıkılınca hayal kurarım ben. Hatta gün içinde yeterince kuramıyorum diye akşam olunca biraz erken yatar, uykum gelene kadar hayal kurarım. Renkli bir dünya gerçekten. İnsanın sıkıntısını da oldukça hafifletiyor. Gel gör ki bir haftadır yatar konumda olmaktan hayal kurma gücümü de fazla zorlamış olmalıyım ki artık kuracak bir hayal de gelmiyor aklıma. Resmen hayalleri tükettim. 'Bunu kurmuştum', 'bunu daha bu sabah hayal ettim', 'aman bu hayalden sıkıldım' diye diye kendimi hayalsiz ortada kalakalmış buldum.

Kitap okuyamıyorum, televizyon izleyemiyorum, hayal kuramıyorum. Çok eminim kardeşim ben sıkılınca bir şey yapıyordum, sıkıntım geçiyordu. Ama neydi o şey, onu bulamıyorum.

Friday, November 20, 2009

Olmasaydım şaşardım!

Evet, olmasaydım şaşardım ki sağolsun bünyem beni şaşırtmadı. Evet efendim günümüzün modası domuz gribinden ben de kendime düşen payı aldım. Bir süredir son derece yoğun bir tempoyla çalışıyorum. Çeviri bittikten sonra projelerle ilgili işler çıkıyor. Kendimi ordan oraya savrulurken buluyorum. Bulgaristan, Kayseri, Kocaeli, Makedonya... Makedonya bütün bu işlerin neredeyse son ayağıydı. Kitabın editi bitmişti. Bildiri hazırlanmıştı. Makedonya'ya gidilip sunulmuştu bile. Havaalanında yapılacak son işlere göz atıyordum. Bir tanıtım yazısı ve edit edilecek iki yazı kalmıştı geriye. Bugün için yapar bitiririm diye hesaplıyordum. Gel gör ki bütün planlar suya düştü.

Dün gece gelip güzel bir duş aldım. Amacım ayaklarımı uzatıp biraz keyif çatmaktı. Saat 2de başlayan yolculuk maceramız 9.30da ancak bitmişti. Yeniden evde olmanın huzuru içindeydim, ama bütün bu rehavetin içinde yaklaşmakta olan felaketi göremedim elbette. Duşun ardından metabolizmam birdenbire çöküverdi. Önce ateşim yükseldi, öksürük krizlerine tutuldum, kustum, kemiklerim ağrımaya başladı. Sonra biraz rahatlar gibi oldum. Lakin gel gör ki gece uyumak mümkün olmadı. Yattıktan bir iki saat sonra uyandım. Uyumak mümkün değildi. Her tarafım ağrıyordu. Yatak dar oldu bana. Kalkıp odaya geçmekten başka seçeneğim kalmadı. Sabaha kadar yarı uykulu, yarı uyanık, bir üşüyüp bir yanarak bir sağa bir sola döndüm durdum. Son dönemlerde geçerdiğim en kötü gecelerden biriydi. Rüyalar ve halüsinasyonlar birbirine girdi. Sabah ilk iş doktora gittim. Yapılan testleri görünce doktor 'domuz gribi değilsiniz, ama kan testi sonuçlarınız çok benziyor' dedi. Dayadı ilaçları. Bol sıvı, bol vitamin, bol dinlenme, dedi, başka da bir şey demedi.

Sabahtan beri yatıyorum. Kah ateşleniyor kah terliyorum. Dün geceyle kıyas kabul edilmez derecede iyiyim elbette. İlaçlar işe yaradı. Gel gör ki düşünmeden edemiyorum. Böyle bulduğum her mikrobu kapmak zorunda mıyım ben? Her sene mutlaka bir defa yorgan döşek yatarım böyle. Üstelik işlerimin tam da sonuna gelmişken ya da çıkıp gidilecek bir yerler varken olur bu. Misal kardeşim bugün asistanlığa kabul edildi, akşamında gidip sudem'de bir şeyler içecektik. Ne var ki bırak dışarı çıkmayı, kardeş korkudan yanıma bile gelemiyor. Böyle de talihsizim işte.

"Talihsiz Serüvenler Dizisi" gibi bir hayatımız var bizim. Çok uygun bir filmdir bizim hayatı anlatmak için. Zaten bir o uygundur bir de Yeşilçam'ın o ağlak filmleri. Bazen birileriyle oturup denk geldiğimizde insanlar 'Yok artık, bu kadar da olmaz' der, filmin gerçekliğini eleştirir. Böyle anlarda 'Olmuşu var canım, buradan almaz mısın?' dememek için zor tutarım kendimi. İşin tuhafı bütün felaketlerine rağmen bir taraftan da fena halde yolunda giden bir hayat bizimkisi. Bir yönünü anlatıyorsun tam bir yürek paralayıcı hikâye, diğer yönünü anlatıyorsun tam bir başarı öyküsü. Bu ikisi nasıl oluyor da yan yana geliyor ben de anlamıyorum. Ama bir biçimde geliyor işte. Zaten Balık burcuyum, ömrüm ruhsal anlamda iki uçta gidip gelmekte geçiyor, hayatımın da bundan bu derece etkilenmesi tuhaf şey doğrusu.

Vehasılı kelam, gerçekten olmasaydım şaşardım ey okuyucu!

Saturday, October 31, 2009

Bir Hikâyenin Sonu

Dün gece 1.30 gibi nihayet bitirdim çeviriyi. Üzerinde çevirmen sıfatıyla adımın yazdığı son kitabın yayınlanma tarihi 2004. Beş sene ara vermişim bu işe. Bu beş senelik arada iki çeviri girişimim oldu ama ikisi de başlamadan sona erdi. Bırak çevirmeyi, çevirmeye teşebbüs bile etmedim. Bu kitabı da çok süründürdüm elimde itiraf etmem gerekirse. Şanslıyım ki iyi bir editörüm var, geçen Eylül ayında teslim etmek üzere aldığım kitabı 2009 Kasım ayında teslim etmeme laf etmedi. Ben kendime onun bana kızdığından daha çok kızdım bütün bu süre içinde.

Ama yapacak bir şey yoktu. Daha önce kiminde ismim yazan kiminde adsız kahraman olduğum ona yakın kitap çevirmiş olmama rağmen bu defa kendimde o cesareti bulamadım. Yazdığım her cümle kırık dökük gibiydi. Olmuyor hissinden bir türlü kurtulamadım. Mükemmel olmayacaksa hiç olmasın düşüncesine saplandım kaldım. Sonra nasıl oldu da cesaretimi
toplayıp bilgisayarın başına oturdum, cümleler klavyeden Türkçe dökülmeye başladı bilmiyorum. Aslında bilmiyorum demek kendime haksızlık. Biliyorum elbette. Son beş yıldır olduğu hâlden başka bir hâle dönüşmemle ilgili bütün bunlar.

Mükemmele ulaşamayacağın gerçeğiyle işe başlamak hiç fena olmuyor. Ne yaparsan yap mükemmele ulaşamıyorsun. O zaman mükemmel için çabalamayı bırakman gerektiğini, başkasından mükemmel olmasını beklemezken kendinden mükemmeli hiç beklememen gerektiğini anlıyorsun. Eh mükemmel olmasa da bir şeyler yapmak, sonuç olarak bir şeyler yapmak, yol almak anlamına geliyor.

Sonra ya hep ya hiççilikten uzak durmak gerekiyor. Ya bir oturuşta 300 küsür sayfanın tamamını çeviririm ya da hiç çevirmem. Mantıklı değil tabi. Sen de kabul ediyorsun ama bir biçimde bunun sana engel olmasına engel olamıyorsun. 'Ne yapsan kârdır'ı anladığın zaman hayat ve işler kolaylaşıyor. Önce bir paragraf bile çevirmek zor geliyordu. Zaten bitmeyecekti, zaten hayatta bugün 5 sayfa çevirmeyi başaramazdım vs. Kendimi en azından bir paragraf çevirmenin bile bir iş olduğuna ikna etmem kolay olmadı. Bir paragraf bir paragraftır... Devamı geldi.

Bütün hayatının çeviriye endeksli gitmek zorunda olmadığını idrak etmen gerekiyor bir de. 'Çeviri yapmam lazım' ifadesi bunun istediğinde başından kalkabileceğin, yarıda bırakabileceğin, biraz erteleyebileceğin bir iş olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Böyle bir baskı üzerinde olmadığında iş yapmak kolaylaşıyor. Daha bir istekle oturuyorsun her defasında çevirinin başına. Misal bu çeviri aslında geçen haftasonu bitebilirdi. Ani bir dürtüyle İstanbul'a gitme kararı almasaydım.

Gelelim işin haz boyutuna. Uzun zaman var ki bunu unutmuşum. Oysa üzerinde adım yazmadığı hâlde çevirdiğim ilk kitabı rafta gördüğümde yaşadığım sevinci anlatamam. Sonra bir de üzerinde adım yazanları gördüm ki onun verdiği haz tarif edilmezdi. tuhaf meslek çevirmenlik. Ben birçok nedenle çok kafa yoruyorum, yormak zorundayım bu işe. Sonuçta vardığım kanı şu ki kim ne derse desin, işin içinde mutlaka bir yaratıcılık ve bir sahiplenme durumu var. Yazar nasıl yazdığını sahipleniyor ve onun yaratıcısı oluyorsa, çeviri kitabın çevrilen dildeki sahibi ve yaratıcısı da çevirmen oluyor. İyi bir çevirmen olmanın hazzı da sırrı da burada gizli sanırım. Çeviri sürecinde çok söylendim, dır dır ettim ama şu anda içim kıpır kıpır. Yapmayacağım bir daha, diye büyük büyük sözler bile ettim ama şimdi bundan sonra ne çevirsem diye bakınıyor gözlerim.

Velhasıl açıkça belli oldu ki ben bu işten ömür boyu kurtulamayacağım. Bundan sonra kendime sonu yazılacak başka hikâyeler arayıp bulacağım.

Wednesday, October 21, 2009

Biblo

Önce başı gövdeden ayırdı. Ardından sırasıyla kolları ve bacakları gövdeye bağlayan kasları kesti. Onları da gövdeden ayırınca geriye dikdörtgenimsi bir form kaldı. Önce kesik başın geride bıraktığı boşluktan sol kola doğru, sonra yine aynı boşluktan başlayıp sağ kola doğru kesti. Dikdörtgenimsi formun iki yanına derin iki yarık açtı. Yarıklarla birlikte ortaya çıkan kaburgaları özel bir testere ile yatay olarak biçti. Başın olması gereken boşluktan tutarak elleriyle gövdenin alt ve üst kısımlarını birbirinden ayırdı. İç organlar ortaya döküldü, kalp, akciğer, dalak, bağırsaklar... Bu kan deryası içine ellerini daldırdı. Bütün o iç organların, damar ve kas yığınlarının altında aradığını buldu. Biraz önce parçalarına ayırdığı vücudun küçük bir prototipiydi bu. Bu minyatür bedeni eline aldı. Islak bir bezle üzerindeki kanı temizledi. Alt ve üst kirpiklerinin birleştiği noktalardan neşterle bir kesik atarak kapalı göz kapaklarını açtı. Hafif kaymış durumdaki gözlerini eliyle düzelti. Gözlerine dimdik, delici bir bakış yerleştirdi. Hiç ayrılmayacakmış gibi sımsıkı kapalı duran dudaklarının arasına da aynı neşterle bir çizgi çizdi. Dudaklarına, bakanın için ısıtan bir tebessüm yerleştirdi, hatta aradan hafifçe dişlerinin görünmesine izin verdi. Otursun mu, dikilsin mi karar verememişti. Sonra bütün güzelliğinin her an görülebilmesi için dikilmesine karar verdi. Bacaklarını rahatça ayakta durabileceği biçime soktu. Kollarını iki yanına sallandırdı. Sonra sertleşip ebedi halini alması için minyatür bedeni masasının üstüne bıraktı. Bu arada biraz önce dağıttıklarını toplamaya başladı. Getirdiği büyük çöp poşetine başı, kolları, bacakları ve gövdeden arda kalanı doldurdu. Etrafa sıçrayan kan damlalarını sildi. İşini bitirip masanın başına döndüğünde minyatür bedenin istediği biçimde sertleştiğini gördü. Şimdi buna bir yer bulmak gerekti. Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi: Çalışma masası, kitap, masa lambası, ikinci masa, kitap, kitap, masanın üzerinde duran pano, önünde kitap, kitap, kitap, sandık, üzerinde asılmayı bekleyen tablolar, hasır sepet, ıvır zıvır, kitap, kitap, kitap, köşedeki raf, oradan buradan alınan hatıra eşyalar, çerçeveler, fotoğraflar, hemen altında yerden rafa kadar... Nereye koyacağını bulmuştu, içi huzur doldu.

Çevirmen aşka düştüğünde...

Çevirmen, aşka düştüğünde ne yapar? Metni karşısında gördüğü o ilk anda ne hisseder? Satırların üzerinde gezerken gözleri, aklı ne söyler? Çevirmen aşka düştüğünde, ama gerçekten aşka düştüğünde ne yapar?

"Here the rose keeps on translating itself, auto-translating automatically, in trance; there is no way to translate a rose."

Çevirmen gerçekten aşka düştüğünde hiçbir şey yapamaz. Metnin karşısında büyülenir kalır. Kalem oynatamaz, tuşa basamaz. En basit sözcükler bile yitirir karşılıklarını. Anlam büyüdükçe büyür, içinden çıkılmaz, başı sonu tutulmaz bir hal alır. Çevirmen aşka düştüğünde çeviremez, lâl olur.

"For otherwise the rest would be silence and how now can we bare the silence in this clutter of metaphors currently cultivating, tumbling endlessly?"

Aşka düşülen metnin her bir sözcüğü ateşin pervaneyi çektiği gibi çeker çevirmeni kendine. Çevirmen bilir ki, çevirmek de çevirmemek de aynı derecede ölümcül, ama çevirmemek imkansız, çevirmeye direnmek faydasızdır.

"There is violence and murder and blood, inevitably…A terrible scene of diversion and rape that repeats over and over again…I retreat with no intention: there is no point in resistance."

Geriye dönüp baktığında çevirmen pişmanlıktan ibaret kalacaktır. Çevirmeye direndiği, çevirmeden edemediği metnin kırık dökük, parçalanmış bedeni yatmaktadır satırların arasında. Her karşılığın eksik, her denemenin yetersiz kaldığını bile bile, sevdiğini kendi eliyle ölüme gönderdiğini göre göre yaşanan o kanlı süreçten geriye talan edilmiş bir metin kalacaktır sadece.

Çevirmen aşka düştüğünde ne yapar? Çevirmen aşka düştüğünde çeviremez, lâl olur ve hatırladıkça ağlar.

"The remembrance is always that of sorrow, of pain and defeat; but nonetheless you cannot escape or reject or deny or spare the rose that in its emptiness posits itself with utter enmity, with the malignant venom of pure love."

Rakip Doğanlar: Okur ve Çevirmen

Pek az okur pek az çevirmeni sever, beğenir, takdir eder. Pek çok okur birçok çevirmeni beğenmez, yetersiz bulur, öteler. Okur ile çevirmen arasındaki bu gerilimli ilişkinin nedeni, aynı zamanda ikisinin bir arada bulunmasını zorunlu kılandır: yazar. Dil bilmez okur için dilini bilmediği yazara ulaşmanın tek aracı çevirmendir. Bazı okurların bazı dilleri bilmesi bu savı çürütmez. Her okur için dili bilinmeyen bir yazar ve o yazara ulaşılmak için kullanılan bir çevirmen mutlaka söz konusudur. Oysa bir yazara çevirmen üzerinden ulaşmak okur için tarifsiz bir acı kaynağıdır.

Okur ki -yazarın sadık aşığıdır- en güçlü rakibi çevirmene -ki yazarın aslında ilişki içinde olduğudur- muhtaçtır. Onun gözü yazarından başkasını görmezken, yazarı aslında her satırında kendisine ihanet eden bir hainle birliktedir. Sadık okur, aşk nesnesine yapılan ihaneti satır satır okurken elinden bir şey gelmez. Çevirmen yazarın cümlelerine sözcük sözcük dokunup, metni satır satır soyup dökerken bütün sinsiliğiyle okura bir bakış atar.

Okur ile çevirmenin rakipliğinin sona ermesinin tek koşulu, okurun çevirmene DE aşık olmasıdır. Aşık olduğu yazarın metnini aşık olduğu çevirmenin kaleminden okuyan okur için ihanet değil, olsa olsa bir paylaşım söz konusudur. O ki dünyanın en mutlu okurudur, nadirdir.

Monday, October 19, 2009

Yazar ile Çevirmen Arasındaki Çekimin Karşı Konulamazlığı Üzerine...

Yazar ile çevirmen arasında bir ilişki olduğu nasıl yadsınamaz bir olguysa, bu ilişkinin karşı konulmaz bir çekime dayandığı olgusu da aynı biçimde inkar edilmez bir gerçektir. Çevirmen açısından bakıldığında bu çekimin kaynağı, hayran olunan yazarın kelimelerini bir de kendi dilinde söyleme ihtiyacı, bastırılmaz arzusudur. Çevirmen, kim ne derse desin, eğer aklına koymuşsa, o yazarı çevirecektir. Çevirdiği her cümle, çevirmene yazara dokunmanın hazzını yaşatacaktır. Kelime kelime, cümle cümle, paragraf paragraf yapıtı çevirecek, sonunda yapıtı bitirip tüketecek, doyuma ulaşacaktır. Üretici olduğu kadar tüketici de olan bu eylemin sonunda çevirmen yazarın yeni bir yapıtına, hatta belki başka bir yazarın yapıtına vurulacak, bu defa onun peşinden sürüklenmeye, günler geceler boyunca o yapıtı fethetmeye adayacaktır kendini.

Ne yazık ki yazarın bu sömürücü eyleme direnme imkanı elinden uzun süre önce alınmıştır. Yazar ve yapıtı, bu istilanın nesnesi olmaya mahkumdur. Yazar, içten içe bilmektedir ki çevirmene mahkumdur. Elinden gelmez çevirmenle ilişki kurmamak. Üstelik karşı konulmaz bir cazibesi vardır bu durumun. Yazar egosunu besleyen bir sonuç söz konusudur. Fakat yazar bilmektedir ki, bir çevirmenle kurulacak ilişki mutlaka ihanete uğrayacağını bilerek birine bağlanmayı gerektirir. Yazar-çevirmen ilişkisinin doğasında vardır bu ihanet. Yazar, bir önkabul ile başlar bu ilişkiye. İhanet ne kadar acı verici olsa da ilişkinin cazibesidir her daim baskın çıkan. Yazar kendini çevirmene emanet eder fazla direnmeden. İhaneti görmemezlikten gelip ortaya çıkanın sağladığı doyum duygusuyla avunmaya çalışır.

Hey çevirmen! Kimsin sen?

"I can't figure it out...you wanna be like me, or you wanna be me?" (The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford) diye sordu yazar çevirmene. Çevirmen, suskun baktı sadece. Sahi ne olmak istiyordu? Yazar olmak, yazar gibi olmak ya da sadece çevirmen olmak? Aslında cevabı kendinde gizli bir sorunun muhatabı ve esasen hiç de kafa karıştırmayan bir durumun ortasında olduğunun son derece farkında olmakla birlikte görmemek için bakmıyordu. Başı eğik, bütün haşmetiyle önünde dikilen yazarın gölgesinde dururken zihninde cevabı vermek için en uygun zamanı kestirmeye çalışıyordu. Yazarın böbürlenmeleri, kendi özgünlüğü üzerine sözleri, tek hakikatin kendisi olduğu konusundaki bencilliğine aldırmadı... Söylemenin bir anlamı yoktu, söylemedi.

Yazarın Yaşamışlığı Çevirmenin Kuramsallığı Üzerine

Hangi yazar kendi yaşamından ilham almaz? İster en büyük isimlere ister kıyıda köşede kalmışlara bakın göreceksiniz ki her yazar kendi yaşamından ilham alarak oturur yazı masasının başına ve elinde olmaksızın, belki de bile isteye başvurur bu en önemli kaynağa. Anlaşılan odur ki, yazar hem yaşar hem de yazı aracılığıyla yeniden üretmek vesilesiyle yaşadığını bir kere daha deneyimler. Böylece sadece yaşamakla kalmayıp yaşadığını dillendirmek suretiyle neredeyse iki kere yaşamaktadır hayatını.

Oysa çevirmen tamamen yoksundur bu deneyimden. Sadece bir araçtan ibaret olan çevirmen, belki tam da Selin S.'ın ''Zaman Farkı ya da Zamanımız Var mı? Çevirmek, Çevirememek ve Çevrilmek Üzerine Sadakatsizlik Odaklı Bir Bakış'' adlı yazısında belirttiği üzere zamansızlıktan dolayı yoksundur yaşanmışlıktan. Kendisine bir dakika bile çok görülen, yetişemeyen, yetişememe duygusuyla tüm varlığı kaplanan çevirmen (S., 1), çevirmekten yaşamaya fırsat bulamaz. Bu nedenledir ki bir çevirmenin yaşamı, farazi durumlardan ibarettir. Çevirmen, mütemadiyen farz eder. Çevirdiği yazar ne tecrübe etmiş ne yaşamışsa çevirme eylemi aracılığıyla aynı deneyimi paylaştığını farz eder. Fakat çevirme eyleminin sonsuzluğa uzanan bir döngü olması sebebiyle, kendi hayatını deneyimleme ve dillendirme fırsatını asla yakalayamayacak, kağıt üzerinde, sözcükler arasında, bilgisayar ekranı karşısında, masa başında, evin içinde vs. kalmaya mahkum olacak, lakin en ilginci bununla yetinebilecek, bundan haz alacak, dahası fazlasını talep etmeyecek, çevirmekle tatmin olacaktır.

Sunday, October 18, 2009

Ucu tutulacak ip

Uzun süre açıp açmamakta kararsız kaldım. Daha açarken bir sürü sorun yaşadım. Şöyle havalı, fiyakalı bir adres düşündüm bulamadım. Bulduklarımın benden önce bulunduğunu fark ettim. Denemelerimde tuturduğumda açtım. Bu defa orasıyla burasıyla oynamaktan bir şey yapamadım. Oynadım durdum, oynadım durdum. Sonra beğenmedim sildim. Blogger'dan sildim ama aklımdan silemedim. Önüme gelen herkese bundan bahsettim. Yetmedi akıl danıştım, yetmedi... yok burası yalan oldu bu kadarı yetti. Kimsenin bir şey dediği yoktu zaten, kendi kendimi yedim durdum. Dün yeniden denedim. Bu defa sorgulamadım fazla, en sade gördüğüm temayı ve nicke en uygun fotoyu bulup koydum. Önceki denemelerimden bir adım öteye giderek tutup izlediğim blogları da sıraladım. Sonra sıra geldi ilk yazıyı yazmaya. Evirdim çevirdim olmadı, doluya koydum almadı boşa koydum dolmadı. 'Merhaba' desem kime diyeceğim ortada okuyucu yok. Demesem yine de bu dolmasını umduğum boşluğa ayıp olur gibi. Bir öykü geldi aklıma anlatılacak, tamam ama ben öykücü de değilim ki... Bu da çare olmadı. Sonunda 'ha gayret!' deyip geçtim tuşların başına kurmadan, kurgulamadan aklımdan geleni yazmaya başladım. Bu nasıl bir blog olur inan yok bir fikrim. Hâlâ neresinden tutacağımı bilemiyorum ipin ucunu. Eğer bu girizgahı beğenir de okumaya devam edersen birlikte görürüz bu işin sonunun nereye varacağını. Şimdilik sadece orada birinin olduğunu düşünerek karalıyorum.