izleniyoruz

Sunday, March 27, 2011

Su böreği

Annem çocuk eğitiminde "bırakınız yapsınlar" felsefesine gönül vermiş biriydi. Bu bağlılığın en önemli temelini elbette neredeyse sonu gelmezmiş gibi görünen sabrı oluşturuyordu. Kendisinden gayrısına karşı takındığım bütün huysuzluklarıma rağmen annem beni sadece bir kere dövdü. O da popoma atılan şaplaklardan ibaretti. Kardeşim bu kadar şerefe bile nail olamadı. Bazı insanlar şanssız doğar. Oysa hepimize alenen bildirdiği üzere iyileşse ilk işi kardeşimi dövmek olacaktı (zira ben huysuzlukta +1 isem kardeşim +5 idi). Belki sırf yukarıdakinin kırk yılın başı çocuğun tekine acıyacağı tuttuğu için annem iyileşemedi.

Ne anlatacaktım ben? Tamam, hatırladım. Çocuk yetiştirmedeki maharetinden söz edecektim. Gerçekten üstat mertebesinde bir anneydi kendisi. Çocuk psikolojisinin bütün inceliklerini çözmüş, normal şartlarda biz onu parmağımızda oynatmalıyken o bizi istediğini yaptırır hâle getirmişti. Bu çağda bulunmaz bir nimet gerçekten.


Bir pazar sabahı bu aklıma şuradan geldi. http://twitter.com/ugurgucarslan diye bir arkadaş var cıvıldaştığımız mekânda, sürekli bize aslında nasıl çocuklar olduğumu hatırlatıp duruyor. Oradan hatırladım ben de. İlk seferinde "ben de gelecem" deyince annem itirazsız beni de götürmüştü arkadaşlarıyla yaptığı güne. Sonraki seferde ilk ziyaretin sıkıcılığına rağmen aklımı çelen bir cazibe unsurunun varlığı gözünden kaçmadı. Teklifini yapıverdi: "İstersen sen gelme ama ben sana su böreği getireyim."


O günden sonra ben annesinin pazar günü gittiği günden elinde su böreği ile dönmesini bekleyen çocuk oldum. En azından bir süre...

Friday, March 25, 2011

Çocuklar geliyormuş...

Bizim evde - gerçi bizim evin sınırlarının ve ailenin kapsamının da ayrıca açıklanması gerekir ya neyse, kısaca "geniş" diyeyim ben, siz anlayın - "çocuklar geliyormuş" sihirli bir cümledir. Bu cümlenin çıkışı, benim 1996'da haftasonları dershaneye gitme gerekliliğimle yaşadığım şehirden eve gelişlerimin uzun ve resmî tatillerle sınırlanmasına tekabül eder.  O zamanki hâli "sütlükahve geliyormuş" şeklindeydi. Uzun süre bu şekilde kullanılagelen cümle, hem mecazen hem de gerçekten bir bayram havasına gönderme yapardı sıklıkla. Bayram seyran ve düğün cenaze ikililerinden birine denk gelirdi gelişlerim. En çok kardeşim beklerdi. Saat sayardı. Evet, gerçekten son hafta önce günleri, son iki üç gün kala da saatleri sayardı. Kardeşimin saatleri sayması, 2002 yılında yanıma taşınmasıyla bir nebze yatıştı. Lakin bu defa babaannemin gözlerini yollardan almak mümkün olmadı. Sürekli sorusu "çocuklar ne zaman geliyormuş" oldu. Hayatı boyunca kesintisiz birlikte geçirdiğimiz üç beş günlere rağmen bize hasreti hiç bitmedi. "Çemi gogo, çemi lamazi gogo" ve "ekizlerim benim" cümleleriyle bizi sevmekten ve özlemekten hiç bıkmadı. Ama doğrusu galiba hasreti aslında bize değildi.

Babaannem bir süre sonra aramızda altı yaş olan kardeşimle bana neden "ikizler" demeye başladı, ne zaman başladı hatırlamıyorum. Belki kardeşimin boylanıp poslanıp zaten minnacık olan bana çatması, hatta belki biraz geçmesidir nedeni. Belki de baktığında gördüğü teklik ve ikimize ayrı birer kader tayin edememesindendir.


İşin ilginci bir noktadan sonra biz kardeşimle gerçekten bir çeşit ikiz gibi olduk. Her işi birlikte yapmak gibi anlamsıztan söz etmeyeceğim elbette ama demek istediğim canımın yandığı yahut mutlu olduğum her anda ben yanımda kardeşimin olmasını hayal eder hâle geldim. Sanıyorum ki benzer bir süreç onda da işledi. Hayatımızdaki diğer insanlara (dostlara, arkadaşlara, hocalara, sevgililere vs.) rağmen özünde ben her yolculuğa önce kardeşimle çıktığımı hayal ediyorum. Kimse de yadırgamıyor bunu. "Neden yadırgasınlar?" sorusu geçebilir elbette aklınızdan. Bu soruya cevap olması için size uzun uzun ailenin dinamiklerinden, muhafazakarlığından, erkek egemenlikten, bizden başka ailenin hiçbir kadınının/kızının tek başına hareket etmemezliğinden ve daha nice şeyden söz etmek lazım ama etmeyeceğim. 


Geçen cuma günü her zamanki vesile ile memlekete gitmek icap etti. Uzun zamandan sonra kardeşle... Evin yedek anahtarı yanımızda olmadığından ve sabahın altısında anahtarla kapıyı açmak suretiyle evde uyuyanın yüreğine indirmemek için babamın karısına ulaşmaya çalıştım. Olmadı, ulaşamadım. Apartmanın her katında geniş ailenin bir ferdi oturduğundan alt katı arayıp "biz geliyoruz, haber versenize yukarı" dedim. Ve adım kadar emindim ki benim o telefonum bizim ailede kulaktan kulağa "çocuklar geliyormuş" şeklinde fısıldandı. Çocukları ağırlama telaşına düşüldü. Hani hemen döneceklerse alışılageldiği üzere "ne katsak?" kaygısı yaşandı. Değişmez olarak benim için su böreği, kardeş için sarma hazırlandı. O cumartesi sabahı bizim evde yine hem bir cenazenin burukluğu hem çocukların gelişinin mutluluğu yaşandı. 


Bazı şeylerin hiç değişmeyeceğini hissedip ürperdim. 

Sunday, March 13, 2011

Nâme III

Sevgili dostum,

Gördüğün gibi bu mektubu sana 14'ünde yazıyorum. Evet, 13'ünü atlatmayı başardık. Amerikan filmleri gibi değil mi? Değil. Bildiğin 13 Mart işte. Günlerden Cuma mıydı? Yok artık daha neler... Bu kadar klişeye düşemez. Değildi zaten. Neyse sana bundan bahsetmeyeceğim. O yüzden 13'ünde değil, 14'ünde yazıyorum.


Cevaplarını kabul etmiyorum. Önce bununla başlayalım. İnsanın bazen kendine yardım edesi gelmez. Kendine yardım edecek gücü ve dahi isteği de bulamadığından lakin yardıma duyduğu karşı koyulmaz, kaçınılmaz, zaruri ihtiyaçtan dolayıdır ki kalkıp bir bardak su bile içmek istemediği zamanlarda üşünmeden dostuna mektup yazar ve - bütün tıynetine aykırı olmasına rağmen - ayan beyan yardım istediğini söyler. Böyle durumlarda senin verdiğin cevabı vermek, en iyi ihtimalle okkalı küfre layık dokuz kusurlu hareketten ilkidir. Beni sana küfretmek zorunda bırakma.


Ayrıca cahilliğimle dalga geçmen de hoş olmadı doğrusu. Nereden bileyim ben Juan bilmem nenin aslında başka işler peşinde olduğunu. Ama bak ne diyeceğim. Bu defa Alejandro D'Alberia mesaj attı. Hemen dalga geçmeye hazırlanma. Bunu tanıyorum. Toplantıların birinde denk gelmiştik. Hatta ilk mesajı ben attım. İspanya'nın küçük bir kasabasına davet etmiş. Olur gelirim, dedim. Yani giderim bence. Biliyorsun Selinovski Kuzey Kutup Çizgisi'ne gitti. Ondan önce de dünyanın öbür ucuna gitmişti. Demek ki gitmek çok da zor bir olay değil. Neyse sana oradan kart atarım artık. 


O da değil de başka bir şey soracağım sana. Gitmek deyince geldi aklıma. Bu dünyadan gidişine bir iki saat kalmışken insan, neden "canın acıdı mı?" diye sorar. Yok, bahsetmeyeceğim merak etme. 20 yıl olmuş. Bahsedilecek bir yanı kalmadı.


Baki selam.


sütlü

Wednesday, March 9, 2011

Nâme II

Sevgili dostum, 

Mektubun geldi. Bir kere daha anladım ki sen su katılmamış bir pezevenksin. Evet, öyle. Zira müşgül durumda kalmış bir arkadaşının yardım çığlığına bu derece post-modern bir cevap vermek ancak bununla açıklanabilir: 


"Artılar ve eksiler listesi yapmanı öneririm. Ardından hayatında artı olarak gördüğün her başlığın yanına bir açıklama getir. Neden artı bu değer? Ona sahip olmak hayatına ne katıyor? Sonra eksileri açıkla aynı biçimde. Bu eksiklikler seni gerçekten bir şeylerden alıkoyuyor mu bir bak bakalım. Ve en nihayetinde bu iyi hâli korumanın, eksiklikleri ise gidermenin yollarını ..."


diye devam eden bu cevabını yazdığın o kağıdı alıp uçak yapmak istedim. Sonra yaptım. Fazla uçmadı. Mecbur gidip aldım. Mektupları biriktirdiğim dosyaya koydum. Peki sen ne zaman "kendi kendine yardım" kitapları gibi konuşmaya başladın? 


Bugün Juan Fernandez bana mail atmış. Adı hiç yabancı değil. Tanıştığımızı hatırlar gibiyim ama yüzünü tam olarak çıkaramıyorum. Neyse... Hayatımdaki cinsel enerjinin yeniden ortaya çıkarılmasının aslında her türlü boka püsüre iyi gelip beni iyi hissettireceği yollu bir şeyler karalamış. Cinsellikle ilgili sorunlarımdan nasıl haberi oldu bilmiyorum ama haklı olabilir. Sevgili önce "başım ağrıyor", sonra "bahar yarın gelecekmiş" diye beni kandırdığından  beri ruhen çöküntüdeyim. Sanırım sevgiliyle cinsel hayatımızın sonuna geldik. Bunda sonra bu yolda kardeş kardeş yürüyeceğiz.


Konumuz bu değil. Sen Juan Fernandez'i tanıyor musun diye soracaktım. Tanıyorsan bana da hatırlat kim olduğunu, zira hatırlamaya çalışmaktan beynim aktı. Önce sol lobu... Yavaşça burun deliklerimden dışarı süzüldü. Beynimin o resimlerde gösterilenler gibi pembe olduğunu sanırdım hep. Oysa sümük yeşiliymiş. Bilimadamlarının böyle bir ayrıntıyı gözden kaçırmalarına inanamıyorum. 


Bugün çok kar yağdı burada. Öğleden sonra çıkıp uzun bir yürüyüş yaptım. Hani benim evin yakınlarında büyük bir park var ya, orada yürüdüm işte. Kocaman bir kangal gördüm. Çok mutluydu. Karın üstünde koşturup durdu. Oturduğum ıslak banktan uzun süre sağa sola seğirtmesini seyrettim. Bu da büyüktü, ama Büyükada'da gördüğümüz akbaş kadar değil. Gerçekten o köpek ne büyük ve ne uysaldı... Saygı duymamak elde değil.


Belki yağmur da yağar 13üne doğru, ne dersin? Âdettendir.


Baki selam...


sütlü 

Friday, March 4, 2011

Nâme

Sevgili dostum,

Bir süredir pek bir değişiklik yok buralarda. Baharın gelişinden söz edenler var, hatta bugün ben de bazı emarelerini görür gibi oldum. Lakin güvenmemek lazım. Malum aylardan Mart. Son derece kararsız bir ay. Sabah yaza uyanıp ertesi gün kışın ortasında buluverirsin kendini. Mart ayında doğanların dengesizliği de bu ayın doğasından mı kaynaklanır bilmem ama var bir örtüşme.


Doğrusu ya, ben Mart'a nasıl geldik onu da anlamadım. Geçen Şubat'ta uyandıktan sonra şu ana dek yaşadıklarıma akıl sır erdiremiyorum cidden. Şimdi sana yaşlanınca zamanın daha hızlı geçtiğinden bahsetmeyeceğim ama zaman konusunda gerçekten bir ibnelik söz konusu. Kafasına göre akıp kafasına göre durması insanları çok zor durumda bırakıyor bence. 


Misal ben... Zamanın akışına uymayı, en azından benim için belli bir ritimde akmasını sağlamayı başarabilseydim, bir şeyler daha farklı olabilirdi sanki. Ne farklı olurdu desen verecek cevabım yok gerçi ama bu hissiyattan da bir türlü kurtulamıyorum. Daha doğrusu  18 yıl önce hayal ettiklerimin bugün elimin altında olmasına anlam veremiyorum 
sık sık. Belki de en anlam veremediğim 18 yıl önce gerçekleştiğinde çok mutlu olacağına canı gönülden inandığım durumun içinde kendimi bulduğumda bir yandan ölesiye mutlu diğer taraftan kendini öldüresiye bezgin ve bitkin hissetmem.  Sebebi nedir dersin?

"Aç gözlü kapitalist ve konformist bir it olman!" 


dediğini duyar gibiyim. Haksız sayılmazsın. Fakat teşhisi koymak tedavi yolunda bir adımmış gibi görünse de benim için bir boka yaradığı yok. Dolayısıyla senden daha işe yarar, daha doğrusu tatbik edilebilir çözüm önerileri bekliyorum.


Şimdi bir arkadaştan telefon geldi. İlla sıcak şarap içelim, diyor. Yok, dedim, savuşturmaya çalıştım ama yemedi. Mecbur çıkıyorum. Sana artık "hayır" diyebildiğimi, meğer başından beri diyebildiğimi, ama karşı tarafın bunu anlamadığını söylemiş miydim? Hah, bu iyi bir örnek işte. Bence insanlara, genç dimağlara önce bu öğretilmeli: "Hayır", net bir cevaptır. Lütfen ısrar etmeyiniz. 


Şimdilik bu kadar, gene yazarım. 


Baki selam...


sütlü