izleniyoruz

Thursday, November 18, 2010

Ah-ı nedâmet

Şşşş... Şimdi imleci usulca sol üst köşedeki x işaretinin üzerine getir ve tıkla. Az önce açık olan sayfada gördüklerini unut, düşünme. Ne o? İçinde kabaran o duygu ne? Boşver kulak asma.  Saat 2 olmuş, sen hâlâ ayaktasın. Buna odaklan. 3 gün oldu uyuyamıyorsun, bunu düşün. Gerisi lâf ü güzâf!

"Mümkün olabilir miydi benim için?"

Bak hâlâ... Takılma buna diyorum, söz dinlemiyorsun. Ne demişti İrem? Hatırla. "Hepsi bir yorum meselesi. Mevzuya hangi anlamı yüklediğinle alakalı her şey. 'Yapamadım' dersen, kötü hissedersin. 'Bunu tercih ettim' dersen işler kolaylaşır." Kandırmaca tabii, haklısın. Ama yapacak bir şey yok. Ne diyor Umut bu yazısında: "bunca yıl, ne kadar yaşayamadıysan; o kadar yaşlısın işte..." Al, uyarla bunu: "Bunca yıl, ne  kadar yaşayamadıysan, o kadar pişmansın işte." Tek değilsin yani, önce bunu kabul et. Yut o lokmayı, sonra hazmetmeye bak. Merak etme, yukarıdakinin sadece sana kötü davranacağı kadar özel de değilsin zaten. Bunu o kalın kafana sok. Sen bu cümleyi bir yerden mi aşırdın? Kuvvetle muhtemel. Neyse şimdi gece gece bir de bunun için hayıflanma. Ne yapalım? Çaldınsa miri malı çaldın.

"Ama bence yapabilirdim"

Bok yapardın. Yapabilecek olsan, zaten yapardın ve şu anda oturmakta olduğun yerden aslında yapmadıklarına bakıp bu cümleyi kurmazdın. Ne önemi var? Cesaretin mi yoktu? Yeterince atılgan mı değildin? Belki kafan basmıyordu? Muhtemelen fazla ihtiyatlıydın? Hatta mevzu gerektiği kadar havalı ve karizmatik olmamandır. Entelektüel birikim yoksunluğundan ve özgüven eksikliğinden söz etmiş miydim? Hay bin kuduz... Hoş oldu değil mi, zaten 3 gündür uyuyamadığın huzursuz uykuların üzerine bu gece de kendini böyle yerden yere vurman? Evet, tabii bu aralar pek bir güvenir olmuştun kendine, hatta neredeyse seviyor muydun ne kendini? Müstehaktır o zaman sana! Ne demişti İrem? Hatırla. "Ne zaman süper bir seans geçirsek, bir sonrakine mutlaka büyük bir çöküşle geliyorsun. Bu acıya neden ihtiyaç duyuyorsun? Neden besliyorsun?" Sorunun cevabını bilsen belki şimdi uykuya da dalmış olurdun. Cevabı hiç öğrenemedin. Belki sezmişsindir ama meselenin ne olduğunu. Hâlâ itiraf edememene rağmen...

"Ama..."

Ama evet... Nereden başlayalım ama'ların attığı düğümleri çözmeye?

"Başlamayalım."

"İyi seçim."

Sunday, November 7, 2010

İsteyince...

"İsteyince yazıyorsun işte." dedi. Durdum düşündüm: "İsteyince" yan cümleciğinin öznesi "ben" gibi duruyordu. Bana pek benziyordu. Sanırım onun kast ettiği de bendim. Bütün bunlara rağmen o gizli öznenin ben olduğuma kendimi ikna edemedim. İsteyince yazamıyordum.

Ama ortada bir gerçek vardı. Bazı koşullar oluşuyor ve ben bunların sonunda bir şeyler yapıyordum. O durumları gözden geçirdim. Hepsinde ortak bir yan buldum, hepsinin ortak paydası "isteyince" idi.

Öğrenmede iki motivasyon biçimi var: biri ödül, diğeri ceza. Cezanın farklı biçimleri var. Her zaman somut olarak uygulanması gerekmiyor. Bir biçimde canını yakması yeterli. Cezaya maruz kalan ya o acıya ya da o aşağılanmaya bir daha maruz kalmamak için daha iyisini yapmak için öğreniyor. Ben bu gruptan olamadım hiçbir zaman. Bana "olmamış" demek, canımı öyle ya da böyle yakmak benim ancak pılımı pırtımı toplayıp olay mahalinden sessizce uzaklaşmama ve yeryüzünde öyle bir olay mahali hiç var olmamış gibi davranmama neden olacaktır. Misal emektar Zenit'im ile çektiğim fotoları gösterdiğim arkadaşım iyi niyetli olarak hiçbirinden halt olmayacağını söylediği zaman, hayır hayır fotoğrafçılık kariyerimi değil ama fotoğraf çekme hevesimi tamamen yitirdim. Bir daha bana fotoğraf çektirecek biri olur mu, sanmıyorum.

Ben, bütün övgü ve takdir kaynağını küçük bir yaşta ve tek hamlede kaybetmiş biri olarak itiraf ediyorum ki iflah olmaz bir takdir hastasıyım. Sevdiğim birinin yaptığım herhangi bir iş için göstereceği en ufak takdir ibaresi bende dünyayı kurtarabilirmişim gibi hissettiren bir deli gücünün ortaya çıkmasına vesile oluyor. Çok değil cidden, e-postada yazılan "eline sağlık, teşekkür ederim" bende bütün bu etkiyi yaratan şey. O noktadan sonra tam bir psikopat gibi bir "teşekkür", bir "eline sağlık" daha alabilmek için çabalamaya başlıyorum. Almayınca kesinlikle dünyam yıkılmıyor. Bu iyi bir haber sanırım. Bu durumun en kötü yanı sırf kendim için bir şey yapma konusundaki yeteneksizliğim. Kendinden tahrikli bir motor değilim ne yazık ki...

Uzun lafın kısası, isteyince yapıyorum, isteyince yazıyorum ama isteyen ben olmuyorum. Kahpe felek isteyensiz bırakmasın, o durumda ne yapacağımı bilmiyorum.

Saturday, October 30, 2010

İtiraf

On sekizinci yüzyılda yazılan İstanbul'a Dair Risale-i Garibe uzun bir sövgü paragrafıyla başlar. Bu eğlenceli  risalenin yazarı uzun sövgünün ardından küfrün kime gittiğini "Mezbûrlar zikir olunur" diyerek aşağıda tek tek sayar. Yazarın listesi günümüz alfabesine çevrilmiş hâliyle yaklaşık 25 sayfa sürer. Bazen saydıklarının ne ifade ettiği, tam olarak hangi kabahati işledikleri anlaşılmaz, zira günümüz anlam dünyasında artık bir yeri yoktur.

Ben yazacak olsam ne yazardım diye düşünmedim değil. Ama benim aklıma sövecekler değil, övecekler geldi. Kızdıklarımı değil, imrendiklerimi hatırladım. Efendim, öylelerinin sağlığına zeval gelmesin, başarılarına gölge düşmesin, yürüdükleri yollara kar yağmasın, bindikleri araca arıza musallat olmasın, gittikleri yerlere felaket uğramasın, ömürleri uzun olsun ve dahi bir bahar neşesinde yaşansın, şarap sofralarından eksik olmasın. "Mezbûrlar zikir olunur":

Uzupuzun güzel, ince, kaslı bacaklarıyla saatlerce durmadan dans edenler,

Geniş omuzlarının arasına yerleştirdikleri büyük ciğerleriyle soluksuz yüzenler,

İki tekerleğin üzerinde dengelerini hiç kaybetmeden yollara karşı pedal basanlar,  

Bir kara kalem ile beyaz kağıt üzerine çizdikleri üç-beş çizgi ile yepyeni bir dünya yaratanlar,

Benim elime aldığımda ancak bir karmaşa yaratabildiğim renklerle bir düzen kuranlar, 

Ellerine aldıkları çamuru evirip çevirip zihinlerindeki düşüncenin formuna sokanlar,

Bir bestenin üç farklı yorumunu birbirinden ayıracak kadar kesin duyuşlular,

Benim için gergin bir deriden, içi boş bir kamıştan ibaret olan aletlere dokunup, üfleyip bütün fareleri peşlerinden koşturanlar, 

Sadece ortalama 29 harf ile olası olan sayısız kombinasyonlardan en güzellerini bulup, sayfalarca aslında insanlığın yüzyıllardır anlattığı aynı hikâyeyi anlatıp bambaşka bir hikâye anlatıyormuş gibi hissettirenler,

Deklanşöre bastıklarında görünenin başka bir biçimini kayıt altına alanlar,

Bir metne, bir resme, bir fotoğrafa, bir müziğe bakıp hiç göremediklerimi görenler, anlatanlar, yorumlayanlar,

 E = mc2'nin, Collatz Problemi'nin, kökendeşliğin ve görevdeşliğin ne demek olduğunu bir bakışta anlayanlar,

Ve bütün bu meziyetlere rağmen cümlelerine hâlâ "ben..." diye başlamayanlar...

Evet, imreniyorum.



Thursday, October 21, 2010

Mukadderat

Her şey yukarıdakinin ebemi bırakıp benimle halvet olmaya niyetlenmesiyle başladı. O ana dek ebemle olan ilişkilerini uzaktan gözlemci sıfatıyla izledim. Ne de olsa olayın hem mecazi hem de kelimenin gerçek anlamıyla bana giren çıkan bir yanı yoktu. Bu nedenle kimin kimle ne yaptığına karışacak değildim. Sonuçta medeni bir insandım. Zevklere ve renklere saygım ya da büyük bir vurdumduymazlığım vardı. Dolayısıyla yukarıdakinin yaşlı başlı, namazında niyazında bir kadından ne istediğini merak bile etmedim. Fantezi sınırları geniş bir ülkeydi ve ben birkaç şehrinden başkasını gezmemiştim.

Lakin ebemden hevesi geçip gözlerini bana çevirdiği anda işin rengi değişti. Neydi ne oldu emin değilim. Zira bana kalırsa bence fazla bir fark olmamıştı hayatımda. Gel gör ki yine de atış menzilinde olduğumu bilmek kanıma dokundu. Karşı koyacak gücüm yoktu. Kadir ve baki olanla aşık atacak güç bende ne gezerdi. Nitekim dediğim gibi oldu. Bu yatıp kalkmalar sonunda hayatımda olmasa da aramızdaki ilişkinin renginde bir değişiklik oldu. Hayran olduğun kim olursa olsun, onunla yatağa giriyorsan o hayranlığın derecesinde gündelik hayata yansıyan bir azalma, bir laubalileşme kaçınılmaz oluyor.

Bunun ilk emareleri de dilde görülüyor tabi. Kadrinden ve mutlakiyetinden şüphe duyulmaz bir "O" iken yanı başında uzatsan elini dokunabileceğin bir "sen"e dönüyor hitap. İnanç desen bu "sen"le birlikte biraz sallanıyor doğrusu. Aslında daha iyi ifade etmek gerekirse, inancın biçimi değişiyor. Bir zamanlar "dua edersem olur, her şeye bir çözüm bulur, dermansız dert vermez" fikr-i sabiti, "sen bir yolunu bulur, beni yine becerirsin" biçiminde tezahür ediyor ki bu da  gece karanlığında yol alırken karşıdan gelen bir kamyonun ışıklarıyla önünden kaçamayacağın bir ânda karşı karşıya kalma beklentisi yaratıyor insanda ve işin kötüsü bu beklenti hiç geçmiyor. O kamyon üstünden geçecek kardeşim, direnmenin alemi yok.

Şimdi, yeni fikr-i sabitiniz bu olunca her ağzınızı açtığınızda vakaların en olumsuz yanlarını mevzubahis etmeniz de neredeyse alışkanlıktan mütevellit bir zorunluluk hâlini alıyor ki bu bazen konuştuğunuz kişilerde bıkkınlık nâm duygunun zuhur etmesine neden olabiliyor. Böyle durumlarda sıkıntısını dile getiren arkadaşlar genelde kişisel tarihinizi bilmeyenlerdir. O zaman verdiğiniz rahatsızlıktan dolayı edeplice özür dilemek ve devamını asla ama asla getirmeden şöyle demek gerekir:

"Her şey yukarıdakinin ebemi bırakıp benimle halvet olmaya niyetlenmesiyle başladı."
 

Monday, October 18, 2010

Nasıl geçti habersiz?

Şu hayatta bazı anılar ve bir iki düşünce var ki ne zaman aklıma gelse bir düğüm gelir boğazıma oturur. Biraz fazla uzatsam anımsamayı, sonu kesin göz yaşı olur.

Bunlardan biri seninle ilgili. 1997 yazında henüz evde olduğun dönemlerden bir kesit. Odaya 6 sene önce kendi isteğinle, 2 sene önce zorunlu olarak büründüğün sessizliğinle giriyorsun. Her Türk babası gibi üçlü koltuğa uzanıyorsun. Ben o koltuğun hemen yanı başına kenarları birbirine değecek biçimde yerleştirilmiş tekli koltukta oturuyorum. Sol kolunu gözlerinin üzerine kapıyorsun. Sağ elini ses çıkarmadan bana doğru uzatıyorsun. Bakmıyorsun, bir şey diyemezsin ya zaten, yine de bir ses bile çıkarmıyorsun. Anlıyorum ne demek istediğini. Usulca elimi aslında çok da büyük olmayan yorgun avucuna bırakıyorum. Elimi tutuyorsun.

Çocukluğumu hatırlıyorum o anda. Birlikte parka gittiğimiz günleri. Elim elinin tamamını kavrayamadığı için serçe parmağını bana uzatışını. O serçe parmağa hayatın bütün anlamını yükleyerek tutunuşumu. Güneşli günleri.

Sonra, sen elimi avucunun arasında aldıktan bir süre sonra, sol kolunla gizlediğin için görmediğim gözlerinden yanaklarına süzülen yaşları görüyorum. Yanaklarından süzülüp çene kıvrımından sonra kayboluyorlar. Çenen sımsıkı kitli, mimiklerin donmuş. Bir şey demiyorum, diyemiyorum. Sana sarılıp son 2.5 yıldır yaşadıklarımızın bir kabustan ibaret olduğunu, seni çok sevdiğimi söylemek istiyorum. Ama yapamıyorum. Yaparsam ağlarım, ama ağlamak bana yasak. Kim koydu bu yasağı bilmiyorum ama güçlü durmak, ağlamamak lazım. O yıllarda bildiğim tek şey bu. Bu bilgiye sıkı sıkı sarılıyorum. Ağlamıyorum. Ama senin neden ağladığını biliyorum. Bir süre sonra benim de ağlamam gerekeceğini biliyorum. Ağlamaktan nefret ediyorum.

Altı yıl önce bir Ekim gecesi gördüğüm bir rüyayla kaderini benim çizdiğimi düşünüyorum. Çünkü daha önce görülmüş bir rüya ve o rüyanın sonuçları var elimde. Bu ikinci rüya ve ikinci vaka. O gece rüyamda önce öldüğünü görüyorum, sonra canlandığını. Hayra alamet değil bu. Daha önce de olmadı. Bütün rüya yorumları "öldüğünü görürsen ömrü uzar" diyor ve hepsi "rüyanın tersi çıkar" buyuruyor.  "Ölecek" diye korkuyla uyanıyorum, rüyanın tersi 6 yıl sonra çıkıyor.

İnsan günlerin içinden geçip giderken bazı tarihleri unutabiliyor. Hayretle fark ediyor unuttuklarının aslında hayatında nereye tekamül ettiğini. Gerçi belki tam da bu nedenle unutuyordur. Ben de dünü tam bitmek üzereyken hatırladım. Hatırlamasam ne olurdu? Üzülür müydün acaba? Bilsem...

Bu yazı aslında bir nazire olacaktı. Bir öncekinde öyle belirlemiştim. Fotoğraf üzerine yazılmış bir yazıya nazire yazacaktım. Unuttuğum bir tarih araya girdi. Olsun, yine de fotoğraf üzerine bir şey söyleyebilirim. İnsanın babasıyla çekilmiş mutlu bir fotoğrafının olmaması neden kaynaklanır? Söyleyeyim, bu fotoğrafları çektirebileceğiniz zamanlara erişmeden kaybettiğiniz bir arabulucunun yokluğundan... Daha çok deklanşöre basmalı.          

Thursday, October 14, 2010

Uçarayak

Başımı dayamış dışarıda yağan yağmuru seyrederken sızmadan önce aklımdan geçen son şey "Nasıl oluyor da ben bugün oraya gitmek zorunda olduğumu biliyorum?" gibi bir cümleydi. Sanırım bilinçsizliğe doğru kaydığım saniyelerde son bilinç kırıntılarım arasından varlığımı ve bilinçli olma hâlini sorguluyordum. Gerçekten çok şaşırmıştım o sorunun cevabını düşünürken, nasıl oluyordu cidden? Nasıl oluyordu da ne zaman nerede olacağımı bu kadar net bir biçimde sorgusuz sualsiz bilebiliyordum. İnsan, ne tuhaf.

Bu noktaya gelmemin hemen öncesinde havaalanının banklarında oturmuş beklerken yazdığım e-postaya yolculuk ruh hâlinin karamsarlığının bulaştığını fark ettim geriye dönüp baktığımda:

"Ne bileyim Selinovski... Hayat benim için çok farklı planlar yapıyor sanki. Sana bu satırları Esenboğa havaalanından yazıyorum. Dışarıda yağmur fırtına gırla gidiyor. Gitmekte olduğum istikamette durum nedir hiçbir bilgim yok. Bu arada henüz sunuşa dair bir şey hazırlamadığımı bilmek sanırım senin de içini rahatlatacaktır. Ne de olsa profesyonel bir procrastinator olma yolunda hızla ilerlerken erken hazırlanmış bir sunum ile kariyerime darbe indirmek istemem. Otelde internetin paralı olmamasını umuyorum. Çok mu şey umuyorum bilmiyorum ama umarım en azından ttnet wifi vardır. 600 dakika bedavam varmış. Bilirsin bedava olan her şeye sonsuz bir sevgi besliyorum.

Bu arada boğazımda bazı bakteriler yuvalanmış. Doktor bundan sonra yere düşen pis şeyleri ağzıma sokmamamı söyledi. Bir şey demedim. Ağzıma soktuklarımın daha önce yere düştüklerini hiç sanmıyordum. Ama bu bilgiyi doktorla paylaşmadım. Bir de uyardı 'Antibiyotik kullanımı sırasında doğum kontrol haplarının etkisi azalır, dikkat et kazaya kurban gitme'. Ne kadar düşünceli! Canım benim! ^.^ Onu kaza kurşununa kurban etme isteğim elbette yersizdi. Adam haklıydı!

Can sıkıntısı tuhaf şey Selinovski. Misal sende dört şişli çorap örmek olarak tezahür ederken bende tezahür edebilecek bir alan bile bulamaması can sıkıntısının bile benden sıkıldığı gibi korkunç bir hisse kapılmama neden oluyor. Şu anda yan tarafta oturan Hollandalı olduğundan şüphelendiğim sarışın hatunu kesip nasıl bu kadar güzel bir kafatasına sahip olduğunu merak etmeden edemiyorum. Bu merak beni o kafatasının mükemmel biçimini bozmaya sevk etse de elbette iç güdülerime yenik düşmüyorum. Niye düşeyim? İçgüdülerine yenik düşecek kadar zayıf mıyım ben? Değilim elbette. Hatta son baktığımda 2 kilo daha ağırdım. Kimse zayıf olduğumu iddia edemez.

Az önce xoxox'lerden yapılmış bir dünya haritası gördüm. Her şey birden aydınlandı. Aslında  bu kadar basit her şey. Alalım elimize bir harita ve xoxoxo oynayalım. Gerçi o oyunun Türkçesi SOS'dur ama olsun bu kadar gavurlaşabilirim bence.

Dediğim gibi Selinovski... Can sıkıntısı tuhaf şey."

Tuesday, October 12, 2010

Hoca Aşkına...

1991 Eylül'ünde tek şeyi anladım: Artık uzun bir süre için kaldığım evlerin hiçbiri benim evim olmayacak, hepsinde misafirim.

Babamın elinden tutup bahçesinde dikildiğim bu okulda gelecek yedi yıl boyunca 8-4 mesaiye kalacağım da ayrı bir gerçekti elbette. O an için bana fazla bir şey ifade etmedi. Yedi yıl 11 yaşında bir çocuğu tahayyül edebileceğinden çok daha uzun bir süreydi. Bahçesinde dikildiğim okul, gözümde devasa bir yapıydı. Bu yeni şehir tam bir bilinmezdi.

Bir süre sonra şöyle bir şeyi keşfettim. Ev denen minnacık alanlarda kendime ne kadar yer bulamazsam, okul denen mekânda o kadar özgürleşiyordum. Evdekiler ne kadar iterse, okul o kadar çekiyordu. Basit bir denklem tabi... Başka türlüsü düşünülebilirdi, ama benimki böyle oldu.

Evin okul olunca, hoca da ailen oluyor bir nevi. Ben şanslı bir çocuk muydum, bana hep iyileri mi denk geldi, yoksa ben bindiğim son dalı da kesmemek adına kusurlarını hiç mi görmedim, bilmiyorum. Ama ben her dem hocasever bir insan oldum. Onu biliyorum.

Hem ne sevmek... Hani itiraf etmek gerekirse âşık olmaktan hallice. Şimdi efendim akademik bir gelenek olarak hocaya/asistana âşık olmak vardır elbette. Öğrencisiyle evlenen/sevgili olan hocalar benim de çevremde rastladığım vakalar. Hatta yeri gelmişken şöyle bir olay anlatayım size. Ünlü bir matematik hocası vardı benim liseye gittiğim memlekette. Adam özel dersler verirdi evinde üniversiteye hazırlık için. Böyle bir lise son öğrencisine matematik çalıştırırken, gel zaman git zaman bunlar âşık olmuşlar birbirilerine. Eskilerin tabiriyle sevişmeye başlamışlar. Sonra boşandı adam karısından ve bu hatunla evlendi. Sonra şöyle bir şey duyduk, hatun adamın bir daha kız öğrencilere ders vermesini yasaklamış. Yorum yok.

Benim durumumun bununla ilgilisi yok. Benim hocalarım sevgili olup harcayamayacağım kadar değerli benim için. Benimki bir tür huzur bulma mevzusu. Neden bilmiyorum, belki biliyorum söylemiyorum, ama ben bu seçilmiş hocalarımla inanılmaz mutlu oluyorum. Nefes alıyormuşum gibi hissediyorum yanlarında. Normal mi, değil tabii! Ama lütfen kuzum siz söyleyin, nedir normal?

Ben bunu niye mi anlattım? Bilmem...

Yazının hamişi: Bilmeyince yazamıyorum, bilmeyi bekleyince çok uzun sürüyor o bekleyiş. Bilmeden yazmayı deneyeceğim bir süre.

Next on InBetween: Nazire: Fotoğraf Üzerine...

Friday, October 8, 2010

Tık tık tık! Sesim geliyor mu?

Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Geliyor olabilir, gelmiyor da olabilir. Ama daha önemlisi sesim geliyor olsa bile bu durum az sonra söyleyeceklerimin sizin tarafından benim amaçladığım biçimde algılanmasını garanti etmez. Zira iletişimin A (gönderen)  -----> (mesaj)  B (alıcı) formülünden çok daha karmaşık bir yapı arz ettiği günümüz iletişim kuramlarınca çoktan ortaya koyulmuş durumda.

Mevzunun buraya gelmesinin müsebbibi 24 Eylül  2010'da Ankara'da düzenlenen 27. Bilişim Kurultayı bünyesindeki "Twitter Ne Alem!" başlıklı oturum. Ben, bazı nedenlerle oturuma ancak yarım saat gecikme ile katılabildim. Dolayısıyla konuşmaların başını kaçırdım. Bu bir eksiklik değildi ama. Zira başında konuşanlar ortasında ve sonunda da ne düşündüklerini ifade etme konusunda sıkıntı yaşamadılar. Kaldı ki bir eksiklik söz konusu olsa dahi Ercüment Büyükeşener'in blog yazısı oturumun katılamadığım kısmına dair eksikliğimi giderdi.

Bu yazıda aslında o oturumunda söz alıp yüzüne karşı söylemem gereken, ama kendimi tutamayacağımdan korktuğum için susmayı tercih ettiğim 3 mevzu üzerine konuşmak istiyorum müsadenizle. Üzerinde duracağım iddialar Ankara İletişim Fakültesi'den ve CHP'den Nuran Yıldız tarafından dile getirilmiştir. Bu arada "Twitter Ne Alem!" başlıklı bir oturuma Twitter kullanıcısı bile olmayan birini davet etmek, hadi bunun "iletişim bölümü öğretim üyesi" sıfatına istinaden yapıldığı var sayılırsa böyle bir davete konu hakkında en ufak bir fikri olmadığı hâlde icabet etmek, hadi icabet ettin bari "neymiş bu" diye merak edip ucundan kıyısından bile olsa karıştırmadan oturuma katılmak nasıl bir düşünce yapısının sonucudur bunu bilmiyor, dahası ilgilenmiyorum. Fakat bu bakış açısından yöneltilen eleştirilerin doğrudan hedef aldığı kitlenin bir parçası olarak o eleştirilerin dayandığı mantığı sorguluyorum. Bu sorgulama elbette sadece Nuran Hanım'ı kapsamıyor, zira gayet iyi biliyoruz ki kendisi gibi düşünen bir zümre hâlihazırda mevcut ve bu yazı aslında bu eleştirilere genel bir cevap niteliği taşıyor.

Mevzu çok basit aslında. Nuran Hanım'ın temsil ettiği görüşün Twitter vb. sosyal paylaşım ağlarına yönelttiği 3 temel eleştiri var: 1. Sosyal ağlar gerçek iletişimi baltalamaktadır, 2. Sosyal ağ kullanıcıları yüz yüze ilişkileri tercih etmezler ve bunda başarısızdırlar, ve 3. Sosyal ağlarda hayatlar son derece kurgusal, dolayısıyla sahtedir.

Birinci maddeden başlarsak iletişimin tek tip olabileceği düşüncesi ancak geçmişe yönelik iflağ olmaz bir mazi duygusunun yarattığı bir yanılsamadan ibarettir. Bu düşündeki kişiler genelde "Nerede o eski bayram!", "Ah bizim küçüklüğümüzdeki kış geceleri!" ve türevi yad etme hastalığından muzdariptir. Şimdi sorun şu ki bu kişilere iletişim ancak bir masa etrafında kanlı canlı insanlar bir araya gelip gözlerinin içine bakarak konuşursa mümkün olabilir. Oysa bu koşul ancak ve ancak söz konusu kişilerin fiziksel bir aradalığını sağlar, ama iletişime dair en ufak garanti vermez. Kişiler arası iletişimin birinci kuralı kişilerin benzer anlam dünyasına sahip olmasıdır. Eğer kendi anlam dünyanıza benzer insanlarla karşılaşırsanız iletişimin olabilmesi için fiziksel bir aradalığa gerek yoktur. Bir zamanlar "mektuplaşma gerçek iletişimi öldürüyor" iddiaları ortaya atılmış mıdır bilmiyorum, ama günümüzde iletişim bulduğu her kanaldan kendine yol açmakta ve fiziksel bir aradalığın zorunluluğunu ortadan kaldırmaktadır. Yeter ki kafanıza göre birini bulun!

İkinci iddianın kaynağı Holywood'un dayattığı "bilgisayarı başında sürekli tıkınan şişman, çirkin ve sosyal anlamda soyutlanmış kişi" tipidir. Sosyal paylaşım ağlarını kullanan böyle bir tip olmadığını yadsımak doğru olmaz elbette. Fakat sosyal bir ağda belli bir varlık göstermek için iletişim becerilerinizin ister sanal ister gerçek ortamda gelişkin olması gerekir. İnternet dışındaki hayatında iletişim becerilerinden yoksun bir insanın (amiyane tabirle iki lafı bir araya getiremeyen birinin) internet başında bir iletişim dahisine dönüştüğüne inanabilmek için Superman-Clark Kent ilişkisinin doğruluğunu da kabul etmek lazım gelir. Madde yoktan var olmadığı gibi iletişim yetisi de yoksa yoktur, varsa vardır. Kaldı ki sosyal ağ kullanıcıları fırsat bulduklarında bir araya gelip rakı-balık yapmaktan, iyi hazırlanmış filtre kahvelerini yudumlamaktan ve bence iletişimin temeli olan dedikodudan son derece keyif alırlar. Şahsım adına konuşmam gerekirse sosyal ağlardan tanışıp görüştüğüm kişi sayısı fiziksel olarak varlık gösterdiğim ortamlardan tanıştığım insan sayısına neredeyse eşittir. Hepsinin benim için keyfi başka ve güzeldir.

Kurgusallık ve gerçek hayat karşılaştırmasını kabul etmediğim için üçüncü eleştiriyi ciddiye alamıyorum. Bunun benim için nedeni aşikardır. "Gerçek" göreceli bir kavramdır, kişiden kişiye değişir. Dikkat edin lütfen, "olgu"dan bahsetmiyorum. Olgu, yorumdan bağımsız bir referans noktasıdır. Örneğin iki arabanın çarğışması bir olgudur. Ama suçun kimde olduğu, dolayısıyla "gerçek" iki taraf için farklıdır. Dolayısıyla gerçek kurgusaldır. Kendi kendinizle aranıza ikinci bir kişinin girdiği her alan bence kamusal alandır ve kamusal alan her daim bir kurgu dünyasıdır. Sokağa çıkarken tercih ettiğiniz pantalonun rengi, modeli, saçınızın şekli, duruşunuz, bakışınız ve daha sayamadığım birçok özellik sizi görecek olanlara kendinize dair anlatmaya çalıştığınız "gerçeğin", dolayısıyla kurgunun bir parçasıdır. Sizin kurgunuzun benim için "gerçek" hâlini alması, benim onayımı almasına bağlıdır. Bu onayın kamusal alanda verilmesiyle online olarak verilmesi arasında benim için bir fark kalmamıştır.

Bütün bu itiraz aslında bana son derece mantıklı görünmektedir. İnternet iletişimi bizim için sonradan edinilen, doğasına nüfuz edemediğimiz, hayatımızın bir uzantısı olmaktan ziyade eklentisi gibi duran bir konudur.  İnternet iletişimini ve bunun doğasını aslında en iyi değerlendirecek olanlar bunun içine doğup bunu bizim gibi sonradan edinen değil, iletişimin doğal bir parçası olarak gören neslin içinden çıkacak iletişim uzmanlarıdır. Onlar, başta sözünü ettiğim nostaljinin tuzağına düşmeden daha tutarlı bir biçimde, günahıyla sevabıyla sosyal ağları değerlendirme şansına sahip olacaktır diye düşünüyorum.

Son olarak oturum salonuna girip salonun fotoğrafını çeken Ercüment'e o fotoğrafı kaldırmasını söyleyen avukatın ve onu destekleyen Nuran Hanım'ın gerekçe olarak "Ya ben işe 'hastayım' diye yalan söyleyip buraya gelmişsem ve patronum bu fotoğrafı görüp yalanımı anlarsa" demesi gerçek iletişim, samimiyet,  kurgusal hayatlar, sahte kimlikler konusunda kesilen ahkamları benim için sıfır noktasına indirmeye zaten yetmiştir. Bunu da not olarak düşmeden edemedim.

Next on Inbetween: Hoca aşkına

Thursday, July 15, 2010

Adıyla müsemma...

-men, -man, -han eklerini içinde barındıran isimler erkek adıymış. Neriman Nerimanov bu nedenle cinsiyetiyle son derece uyum içinde bir ad taşıyormuş. Kudret Hoca, şu kitapta öyle buyurmuş.

Cinsiyetime uygun bir ad taşımamam benim suçum değil elbette. Her şey ailemizdeki karışık ilişkilerin bir sonucu ve annemin halt etmesi. Hikâye kısaca şöyle: Amcamın kızı olunca (ailenin üçüncü kız torunu) babaannemin diğer ikisinde kabarmayan kaynanalık damarı bu torunda kabarmış ve "Bu velede benim adım verilmezse ben yapacağımı bilirim" şeklinde ferman vermiş. Bizimki gibi ailelerde kaynana dediğin gölge hükümet gibi kadın olduğundan, kararına itiraz etmek gelinlerin pek haddine düşmez. Sütannem (uzun ve gereksiz parantez: aslında sütannem değil kendisi. Ama bizde büyük kuzenlerden ikisi süt kardeş olunca ve onlar kendisine sütanne diye hitap etmeye başlayınca ben de kendimi bu furyaya kaptırmışım. Üç amcamdan en büyüğünün karısına cicianne (parantez içi parantezi: kendisine yenge denilmesini sevmez, ondan böyle seslenilsin istemiş), ortancanın karısına sütanne, küçüğün karısına da kendi uydurmamla yinge  diyorum.)... Nerede kalmıştık? Hatırladım sütannem. Babaannem kararını açıklayınca sütannem boynunu bükmüş, kuzenimin adı Sultan olmuş. Ailede kızlara böyle iddialı adlar verilmesini hepimizin aslında Medea'nın torunları olmamıza bağlıyorum. Bir de tabii babalarımızın biricik kızlarına âşık olmalarına. Oğullarıyla bu kadar itilaflı, kızlarına bu kadar âşık adamlar görmedim ben.

Bu ad laneti tabi benimle bitmiyor. Benim adım "x"man olunca, annemin yegane kızkardeşi olan teyzem de kendi kızına benden sonra "y"man adını koyuyor. Sonra benim kızkardeşim olunca onun da adının "z"man olması gündeme geliyor. Ben sınıftaki salak "z"man'ı düşündüğüm için can hıraş bu isimlendirmeye karşı çıkıyorum. Aile ikiye bölünüyor. Sonra babam bir akşam gelip "ben hocaya sordum Esra olacak adı" deyince hepimiz susuyoruz. Benim susmamın en önemli sebebi, okulda çok sevdiğim arkadaşımla adaş olacak olması. Kardeş cinsiyetine uygun olmayan bir ad taşıma lanetinden böylece kurtuluyor. Ama gel gör ki bu defa karaktere tamamen zıt bir adla başbaşa kalıyor. Esra: En çabuk. Kim, Esra mı? Ahauhauahau. Güldürmeyin beni.

Cinsiyetine uygun isim taşımayınca içinde biraz erkeklik kalıyor tabi. Böyle bir asilenme. "Ben kimseye boyun eğmem lan" modu. "Gerekirse çocuklarımı keserim" gözüpekliği (geçmişte kesmiş bir örnek olunca tabii iyice gaza geliyor insan. bknz Medea) O derece ki girdiğim doktora yeterlilik sınavında ben nasıl alevlendiysem hocaların bana itiraz etmesine, tez danışmanım dışarı çıktığında "Yavrum ne celalleniyorsun? Dövecektin hocaları." yollu uyarma gereği bile duydu. Oysa bu adla erkek olsam kimse yadırgamayacak bu hâlleri, tavırları. Ama 1,5 metre bir hatunun atarlanması biraz göze batıyor tabi.

Velhasılıkelâm çocuklara isim koyulurken kendini ispat etmesinin beklenilmesi geleneğinin yeniden diriltilmesini istiyorum büyüklerimizden. Hatta çocuk yapacak olursam bu usulü uygulayıp artık ne kadar süre ise o kadar süre çocuğu adsız bırakmayı düşünüyorum. Yeter ki mizacına uygun bir adı olsun evladımın. Benim çektiğim acıları çekmesin. Benim için uygulansaydı bu kural böyle pos bıyıklı, kerli felli bir amcanın adını taşımak yerine mini mini bir ismim olabilirdi. Ne yapalım kısmet değilmiş. Bir başka hayatta belki.

Monday, June 28, 2010

Delireyazmak!

Ben bugün saat 11.45 civarında delireyazdım. 

Mutluluktan delirmek mümkünmüş onu anladım.

Entendantel bir konuşmamızda böyle bir an yaşayabileceğinden söz etmişti ama benim aklım almamıştı doğrusu. Onun için mümkün görünüyordu. Benim için uzak bir ihtimal. Mutluluktan delirmem için bir sebep yoktu. Ben öyle sanıyordum.

Varmış.

Ağlamak istiyorum bağıra bağıra, sarsıla sarsıla, yanımdakilere sarıla sarıla. Sonra o ağlamalardan kontrolsüz kahkahalara geçmek istiyorum. Sonra o kahkahalardan derin derin iç çekmelere ve uzun suskunluklara. Rakı içmek istiyorum, bağır çağır şarkı söylemek istiyorum. Hatta geç olmadıysa saat ben bir koşup gelsem. "Olmaz" mı diyorsunuz, o zaman sizi bir öpsem? Aklıma mukayyet olamıyorum, siz tutsanız biraz, belki söz geçirirsiniz. Şu saat oldu hâlâ geçmedi bu hissiyat. Sabaha çıkmam bu gidişle, serotonin doz aşımından olacak ölümüm.  Cesedim güzel olacak sanırım.

Ben bugün saat 11.45 civarında delireyazdım. Hâlen o ince çizgide mücadele ediyorum.

"Çok korkuyorum doktor bey, ya aklımı başıma alırsam?"

Monday, June 7, 2010

Bisikletimi alma, internetime dokunma!

Çocukluğum sokaklarda geçti benim. En büyük avantajım annemdi. Yaşadığımız yer olan babamın memleketinden sadece yarım saat mesafede bir başka kasabadandı ama her şeyiyle çok farklıydı. O farkı bana da yaşattı. Kız kuzenlerim evlerinde oturup annelerine yardım ederken benim çocukluğum oğlanlarla top peşinde koşturmakla geçti. Sokak aralarında koşturup top peşinde geçen günlerimin arasında bir gün ben bisikleti keşfettim. Aslına bakarsanız bisikletim hep vardı. Ama iki tekerlekli, zincirli bir bisikletin verdiği hazzı okulun hafif eğimli bahçesinden aşağıya kendimi rüzgâra bırakarak ilk keşfettiğimde sanırım 8 yaşında idim. Bir süre arkadaşımın bisikletiyle idare ettim, ama bir gün bisikletçide gördüğüm kırmızı üzerine beyaz boyalı havalı bir BMX'e gönlümü kaptırdım. Dedim ya benim en büyük şansım annemdi. Bisiklet için babamdan izin almama gerek yoktu. Nitekim öyle de oldu. İlk bisikletimi bana annem aldı.

Elinden tutup götürdüm. Bunu istiyorum, dedim. Bu erkek bisikleti gibi, dedi, kız bisikleti mi alsak? Ben bunu istiyorum, dedim. Erkek çocuğundan ne fiziken ne ruhen pek farkım yoktu zaten. "Bin bakayım sürebiliyor musun?" dedi. Sokakta kısa bir tur attım. Geldim yanında durdum. Fiyatı sordu, ben fiyatı duyunca "kesin almayacak" diye geçirdim içimden. Döndü, "Hadi bin git eve, ben de geliyorum" dedi. Mucize böyle bir şeydi.

Erkek kuzenlerimden bile önce bisikletim olmuştu. Hakkını verdim doğrusu. Nereden baksan 4-5 sene sürdüm o bisikleti. Sonra ilk dağ bisikletleri çıktı piyasaya. Benim bisikletimi yenileyecek kimsem yoktu artık ama erkek kuzenlere yeni bisikletlerden alınmıştı. Ben de nasiplendim uzun süre o bisikletlerden. 1996 yazında bir gün mağazaya girdim, arkada duran bisikleti aldım ve dolaşmak için çıktım. Ama amcamın buz mavisi donuk gözlerini üzerimde hissedince bu sefer bir şeylerin ters gideceğini fark ettim. Akşam babam gelince dedi ki, "Artık bisiklete binmeyeceksin. Mağazaya girip bisikleti alma!" Yaşım 16 idi. Onlar kocaman erkeklerdi. Ne derlerse o olurdu ve onlar benim için en doğrusunu bilirlerdi. Bana söz söylemek düşmezdi. Annemin bana armağan ettiği özgürlüğü elimden alan amcamdan hep nefret ettim. Daha sonra nefretin sınırları genişledi, benim için en doğrusunu bildiğini iddia eden ve benim yerime karar almaya kalkan bütün erkeklerden nefret ettim.

Etik olarak, özgürlükler açısından, siyasi açıdan ve daha aklıma gelmeyen birçok perspektiften tartışılabilir internet sansürü. Ama benim için anlamı işte bu kadar basittir. Amcamın benim için neyin doğru olduğuna tek başına karar vermesinden ve beni bisiklete binme özgürlüğünden men etmesinden başka bir şey değildir. O zaman bisikletimin elimden alınmasına direnecek durumda değildim. Şimdi çorbada benim de tuzum olsun istiyorum. Başka bir savunma noktası aramaya gerek duymuyorum: Benim yerime karar verme, internetime dokunma!


İnternet sansürü ile ilgili yazılar:

http://www.sansurekarsiyuruyus.com/
http://sansuresansur.blogspot.com/2010/06/elveda-google.html
http://www.internetgelecegimizdir.com/
http://www.neonebu.com/InternetteSansureHayir.aspx?G=ISH
http://en.rsf.org/turkey-blockage-of-youtube-spreads-to-07-06-2010,37684.html
http://ozguruckanzone.blogspot.com/2010/06/oyunun-kural-baykaln-meyveleri.html
http://www.teakolik.com/google-servislerine-erisim-yasaklandi/
http://www.barisatasoy.com/guncel/google-yasagi-ideolojik-veya-hukuki-degil
http://www.barisatasoy.com/guncel/google-sansuru-evet-google-da-engellenir
http://www.kucukgurme.com/2010/06/yasaklar-kalkana-kadar-size-buradan-ekmek-yok/
http://www.kucukgurme.com/2010/06/internet-yasaklari-nasil-asilir-2/

İnternetime dokunma! (Ozan Tortop'un izniyle: http://friendfeed.com/ozantortop/5b06c4c8/cok-sinirl)


Sunday, May 9, 2010

Bir şey söyle!

"Anneler günün kutlu olsun!"

Ses yok.

Elimde bir demet karanfil. Mor. Adettendir, dedik, kalktık geldik. Geldiğimizden beri oturuyoruz yanı başında, dönüp şöyle yan gözle bile bakmadı. E, bekle bekle nereye kadar. İnsan sinirleniyor bir yerde. Anne, demiş, saygı duymuşuz, böyle mübarek bir günde (mübarek derken? neyse...) kalkmış ayağına kadar gelmişiz. Tamam, pasta börekle (kaldı ki çok güzel su böreği açar aslında ama, inat işte. O tuttu mu oklavayı anca kafana yersin), vaveyla ile karşıla demiyoruz ama insan yerinden şöyle bir kımıldar. Yarım ağız bir merhaba ile olacak iş mi bu? Nuh diyor, peygamber demiyor. Ağzını bıçak açmadan öylece oturuyor.

La havle çekip ben başlıyorum anlatmaya. Konuş, konuş, anlat, anlat... Bitmiyor. Ne çok anlatacağım varmış. Baktım bizimkinde hâlâ ses yok, sinirlendim artık. Eh, sen bilirsin, deyip kalktım.

Karanfilleri kucağına bıraktım. Aynı tepkisizlik... 19 yıl oldu, aynı tepkisizlik. Bir şey söyle be anne!

Friday, May 7, 2010

Teknolojide son nokta!

Ben görmeyeli, ki görmeyeli de fazla olmadı aslında en son 2009 Mart'ta görmüştüm, cenaze teknolojisi çok gelişmiş. İki gün önce cenaze vesilesi ile memlekete gittim, ki son bir buçuk yılda memlekete dört gidişimden üçü cenaze vesilesiyle olmuştur. Kader kısmet vs. Neyse efendim, sabahın 6.30unda otobüsten indik. Cenaze evine girdik. Bildik bir manzara, sabaha kadar uyumamış hane halkı. Gözler kırmızı, nemli ve hüzünlü. Göz altları çökük ve mor. Sabah yoldan gelecekler için kahvaltı sofrası hazırlanmış, taze demlenen çayın kokusu içeriyi sarmış. Çok tanıdık, çok bildik, çok alışıldık bir durum benim için. Hani neredeyse ev dediğin böyle olurmuş gibi.

Rahmetliyi bir odaya yatırmışlar. Öyle olur. Cenaze bir geceyi evinde geçirir. Bir iki sebebi vardır bunun. Uzaktan gelecekler olabilir. Onlar beklenir. Yahut amcamın babaannem öldüğünde söylediği gibi ölen bir gece daha misafir edilmek istenir evinde. Gece nöbet bekler başında sevdikleri. O gece evin ışıkları hiç sönmez. Sırayla uyur uyuyanlar, huzursuz bir halet-i ruhiye ile. Cenaze odanın ortasına boylu boyunca uzanmış. Üzerine beyaz bir çarşaf örtülmüş. Üstünde bir bıçak... Şişmesin diye. Bir de tabii buz torbaları olur. Çarşafın altından bedenin yanına yerleştirilir. Soğuk tutsun diye.

Bu defa da benzer bir manzara aradım. Lakin bulamadım efendim. Ezberi bozulmuş çocuk gibi oldum. Odaya girdim, kocaman metal bir sandık beni karşıladı. Bu ne! Cenaze muhafaza kutusu. Yeni icadımız. Cenazeyi içine yerleştiriyorsun, fişini takıyorsun, anında eksi 10 derece, üstelik deep-freeze. Kar buz yapmıyor. Buz bulma çilesine son. Mucidi meftanın sevenlerini de düşünmüş. Kutunun baş tarafına bir de pencere yerleştirmiş. Kapağı açmadan yüzünü görme kolaylığı. Dahiyane.

Benim hissiyatım: Allah belanızı versin...

Sunday, April 18, 2010

Adını bağışlar mısın, yiğidim?

Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi'nde ''Ad Koymak, Lakap, Soyadı'' başlığı altında bir zamanlar ad koyma ritüellerine, hangi adın neden seçildiğine, ad büyülerine dair adın geçmişinden kısaca bahseder. Ad koymak, vakt-i zamanında son derece önemli bir iştir. Zira ad koyulmaz, hak edilir. Hak edilen ad kişinin şahsına dair en önemli bilgi kaynağıdır. Olası düşmanlar tarafından bilinmesi sakıncalı durumlar yaratabilir: ''Çünkü birine büyü yapabilmenin kapılarından biri adını bilmektir''. Dolayısıyla başlıktaki soru, kişinin tanınması, ün salması ve buna hürmet gösterilmesi durumundan ziyade ''kendi hakkında önemli bir bilginin yabancı biri tarafından öğrenilmek istenmesinin hoş karşılanmayabileceğine'' işaret etmektedir. Hâl böyleyken kimse beni internette açık kimliğimle dolaşmaya ikna edemez. Hele Barış Atasoy'un Friendfeed'de büyücülüğe başlamayı düşündüğünü alenen ifade ettiği şöyle bir dönemde müsade edin de adım bana kalsın.

Tanık olduğum en ateşli takma ad - gerçek ad tartışması, Serdar Kuzuloğlu'nun şu feedinde yaşandı. 5posta, bu feed altında yaşanan tartışmalardan duyduğu rahatsızlığı hem feed altında hem de daha birçok vesile ile blogunda ifade etti. Konuyu kısaca özetlemek gerekirse, gerçek isim taraftarları takma isimle fikir beyan etmenin iki yüzlülük olduğunu, sıkıyorsa kimliği açık edip düşüncenin dile getirilmesi gerektiğini, aksi takdirde ortaya koyulan fikre saygı duymadıklarını ifade ettiler. Haklarıdır saygı duymak lazım. Ancak işin doğasını göz ardı ederek yapılan bu eleştiriler biraz havada kalıyor gibi geliyor bana.

Folklor kavramı hâlen daha zihnimizde köyle, köylüyle ve bunlara dair ürünlerle ilişkilendirilmiş durumdadır. Türkü, folklor olabilir. Geleneksel mutfak, folklor olabilir. Yemeniyi takıp şalvarı giymek folklor olabilir, ama modern hayatın içinde folklorun bir yeri yoktur gibi bir izlenim konuyla yakından ilgili olanlar dışında herkesin zihnindedir. Zira folklorün arkaik bir şey olduğu düşüncesi biz fark etmeden daha küçük yaşlarda bize benimsetilir. Oysa folklor, bir grubun söz konusu olduğu her durumda ve ortamda mevcuttur. Bir araya gelen grup üyeleri küçük ölçekli olarak ''halk''ı, bu halk da kendi folklorunu üretir. İnternet de bir cemaat oluşturması nedeniyle bu durumun dışında kalmaz ve kendi folklorunu üretir. Yeni yazı biçimi, kullanılan duygu belirten ifadeler, hitaplar ve daha birçok öğesi ile takma adlar da internetin ürettiği geniş folklor dünyasının bir parçasıdır.

İnternette takma ad kullanılır. Bu kadar basittir aslında olay. Her saz şairinin adının başına âşık sıfatını eklemesi, her divan şairinin mahlas alması kadar doğal. Çoğu kez mevzu artık ne olduğumuza göre değil, dayatma şeklinde verilen adlarımıza bir alternatif oluşturup ne olduğumuzu daha iyi ifade etmektir. Bir kimlik oluşturmaktır. İnşa edilen kimliğin en önemli parçası olarak, kimliğe uygun bir adın seçilmesi de kaçınılmazdır.   

Toplumların çeşitli dönemlerinde takma adlar ya da karakterler düşüncelerin var olan iktidarın gazabına uğramadan ifade edilebilmesi için de kullanılmıştır. Bizim toplulumuzda günümüze kadar gelen önemli karakterlerden bazıları Dadaloğlu, Köroğlu, Karacaoğlan, Nasreddin Hoca'dır. Dadaloğlu, Köroğlu, Nasreddin Hoca bir iktidar eleştirisi aracı olarak kullanılırken, Karacaoğlan cinselliğin ifade edilişinin sözcüsüdür. Halk, ''ben demiyorum, O diyor'' diyerek aslında vebali bunları söylemesi meşru kabul edilen bu karakterlere yükler ama bir taraftanda da söyleyeceğini söylemekten geri kalmaz.  

Günümüzde internette takma ad ile yaratılan karakterlerin benim gözümde bundan farkı yoktur. Amaç her ikisinde de düşünceyi daha sansürsüz bir biçimde ifade etmektir. Düşüncenin çekeceği tepkiden ürkmek, iki yüzlülükten ziyade insani bir durumdur. Eğer düşüncenizi açıkladığınız için ayıplanabileceğinizi, dışlanabileceğinizi, saldırıya uğrayabileceğinizi, cezalandırılabileceğinizi biliyorsanız, bu durumda takma ad kullanmayı değil, sizi bu duruma düşürenleri sorgulamak gerekir. Ancak bu sorgunun son derece ütopik olduğunu da kabul etmelidir Her sistem, sadece siyasi sistemleri kast etmiyorum, kendi varlığını korumak üzerine hareket eder ve muhalif sesi bastırır. İşin doğası budur. Ama onun bu baskısına muhalif ses mutlak kendini duyurmanın bir yolunu bularak cevap verir.

Takma adla açıklanan düşünceye saygı duyma mevzusuna gelince... Sanırım burada benim mesleki defarmasyonum devreye giriyor. Ben bir metne baktığımda yazarını en son düşünüyorum. Adını, soyadını, şeklini şemalini, geçmişini şimdisini merak etmiyorum. Daha doğrusu yazardan bana bütün bunları verili bilgi olarak sunmasını beklemiyorum. Neden? Çünkü aradığım bütün cevapların yazıda gizli olduğunu biliyorum. Şimdi şunu kabul etmek lazım, her yazardan bahsetmiyorum. Elbette bir çokluk ve çoklukla birlikte bir kirlilik söz konusu ama el insaf! Nasıl her gerçek isimle yazılan kitabı okumuyorsak, kendimizce bir iyi-kötü ölçütümüz varsa, bu sağduyuyu internette de göstermekten çekinmeyelim. Ne diyordum? Evet, yazı... İyi yazar, gerekli bütün bilgileri yazısında verir: siyasi düşünceleri, yaşam biçimi, geçmişi, şimdisi... E o zaman dahasını neden istiyorum?

Dahasını istemenin altında yatan neden, pek masum değil gibi geliyor bana. Bunlardan ilki takma adla ifade edilen düşünceden haz etmemek. ''Onaylamadığım şeyin ifade edilmesine de karşıyım''. İkincisi haz edilmeyen düşüncenin böylesine kolay bir biçimde ifade edilmesi. Oysa ne güzel bir sansür mekanizmamız vardır herkesin üzerinde, ne gerek var bunu delmeye? Üçüncüsü elitizim. Düşüncenin kendi içinde tutarlılığını aramak yerine, düşüncenin kim tarafından ifade edildiği ile ilgilenmek. ''Merhaba Zuhal Dönmez, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi mezunuyum, yükseklisansımı Bilkent'te tamamladım. AB proje Koordinasyon Merkezi'nde çalışıyorum. Düşüncelerim budur'' dendiğinde düşünce birden kıymete biniyorsa ben size kısaca bir siktirin gidin demek istiyorum. ''Yok öyle değil'' diyorsan eğer, e o zaman derdin ne? Ben söyleyeceğimi söylemişim, kendimi ortaya koymuşum, nedir bu ısrar, nedir bu burnu büyüklülük? ''Ben adımla yazıyorum, korkmuyorum'' değil onun adı, düzeltelim lütfen, ''ben adımla yazıyorum, sansürlüyorum''dur, zira gördüğüm kadarıyla korkulacak bir şey yazmıyorsunuz zaten.

Velhasılı kelâm, ben adımı bağışlamam. Bağışlamadığım adımla, benim tarafımdan belirlenen kimliğimle internette var olmaya devam ederim. Yarattığım o karakter ile sinir olacağın bütün o yazıları yazarım. Sen ciddiye almaz mısın? Alma canın sağ olsun, yeter ki benim istediğim adla yazma özgürlüğüme halel gelmesin.

Thursday, April 1, 2010

Umut'un Rüya'sı ne zaman uyudu, ne zaman uyandı?

Ölüm bilinmezliği, bir bilenin anlatmazlığı ile edebiyatın her dem en ilgi çeken konularından olmuştur. Ölüm miti, gerek dinî kaynaklarla gerek folklorik söylentilerle beslenir durur. Edebiyat zaman zaman dinî kaynakların zaman zamansa folklorun ürettiklerini yeniden biçimlendirmek suretiyle kendine malzeme yapar. Bunun yakın bir örneği Umut Karacaoğlu'nun Mavi Elbiseli Adam nam öyküsüdür. Öykü, 10 bâbtan oluşuyor. Öykünün kahramanı Rüya adında, adı gibi kendi de bir rüyada olan genç bir kızdır.

Öyküyü özetlemek gerekirse, Rüya o sabah erken saatte bir kabus ile uyanır. Gördüğü kabusta mavi elbiseli bir adam ve kaynayan toprak vardır. Az sonra bir süredir hasta olan dedesinin ölüm haberini veren bir telefon gelir. Rüya'nın gününün geri kalanını bu ölüm haberi şekillendirir. Tek başına sokaklarda dolaşır, cennet ve cehennemi düşünür, dedesinin cenazesine gider, ardından aslında asıl ölenin dedesi değil, kendisi olduğunu anlar.

Öykü, ölümle ilgili dinî ve folklorik anlatılara dayanır ve bunun edebî bir anlatımını sunar. Dinî ve folklorik anlatıma göre ölü, öldüğü sırada aslında ölü olduğunun farkında değildir. Gün boyu kendi cenazesini bir tanık gibi izler, ama bunun kendi cenazesi olduğunun farkında olmaz. Bedeninin evinden alınışını, yıkanışını, kendi için üzülen insanları seyreder, ama bütün bunlara bir anlam veremez. Dinî anlatılarda 'bedenini yıkayanı görür' ifadesine özel bir önem verildiğini söylemek, öykünün gidişatında bir düğümün çözülüşüne katkıda bulunacaktır. Anlatılara göre ölü, toprağa koyulur, üzerine tahtalar dizilir, üstü yeniden toprakla kapatılır. İmam da başından ayrıldıktan sonra ölünün ruhu yeniden bedenine girer ve kabrinde doğrulmaya çalışır. İşte o anda kafası hemen başının üstündeki tahtaya çarpar ve ölü o anda öldüğünü idrak eder.

Öykü, ölü olduğunun okuyucu tarafından anlaşılmaması üzerine kuruludur. Yine de Karacaoğlu, birçok ipucu ile okuyucusuna aslında Rüya'nın o anda yaşamadığını sezdirmek istemektedir. Örneğin ilk ipucu birinci bâbdaki 'gidemeyeceği bir ölü evine davet ediliyordu' cümlesinde gizlidir. Ölen kişi, Rüya'nın dedesi olduğuna göre, Rüya'nın bu eve 'gidememesi' diye bir durum söz konusu değildir. Olsa olsa 'gitmeyeceği' bir ölü evi olabilir bu. Oysa bu imkânsızlık belirten fill kullanımı okura bir engeli hatırlatmak ister gibidir. İkinci bâbdaki ipuçları şu sözlerle verilir: 'Hayalle hakikati, rüyayla gerçeği ayırabilecek durumda değildi. Koskoca bir dünyanın altında kalmıştı. Sabah ezanı bitene dek açmayacaktı gözlerini... ve sonra; bir cenazeye uyanacaktı.' Hayalle hakikati ayıramayacak bir durumda, aslında araftadır Rüya.

Üçüncü bâbda sahilde görürüz Rüya'yı. Kimse yoktur sahilde garip bir biçimde. Rüya yapayalnızdır. 'Her şeyden uzak ve yalnız hissediyordu kendini. Bu sis, sanki her şeyle arasına bir mesafe koymuştu, herkes uzaktı ona, bastığı kaldırımlar ve cenazenin avlusunun önünde gördüğü tanıdık yüzler olmasa, Rüya, sokağın sonuna gelmeden, tüm dünya’nın onu terk ettiğini düşünecekti.'

Dahası sonra göreceğiz ki birilerinin olması da Rüya'yı gördükleri anlamına gelmemektedir. Yedinci bâbda kuzeniyle yaşadığı sahne de bunu gösterir:

'Rüya ona doğru biraz daha yaklaştı. Belki onunla konuşabilir, biraz olsun rahatlardı. Tam bunları düşünürken çocuk çekildi tabutun başından ve kalabalığa doğru ilerledi. Birisi sırtına vurdu geçerken, “aferin oğlum.” Çocuk sıkıntıyla yüzünü buruşturdu, ağlayacaktı.. Rüya, tekrar ona doğru ilerleyecekken, o, cami tuvaletine doğru hızlıca ilerledi ve gözden kayboldu.'

Aynı bâbda eline bir lira sıkıştırdığını sandığı dilenci de görmez onu. Annesi ve kardeşi de yoktur ortalıkta. Gasilhane'ye girdiğinde ne amcası ne babası onun orada oluşuna bir tepki gösterir. Yine babası mezarın başında Rüya'nın dedesi için yazdığı şiiri okurken 'Ufacık bir süre Rüya’ya doğru bak[ar]' ama hiçbir tepki vermeden okumaya devam eder. Kısacası Rüya, yoktur. Bunun dışında bir önemli ip ucu verir Karacaoğlu. Birini öykünün sonunda dikkatsiz okuyucuları için kendi ifşa eder. Cenaze namazı sırasında edilen dua da mevta kadın olduğu için 'mû'mi“Ellahummeğfir lihâzihil meyyit” denir.

Mavi Elbiseli Adam, temel olarak Rüya'nın öldüğü andan öldüğünü idrak ettiği ana kadar geçen süre zarfında yaşadıklarını anlatmaktadır. Muhtelemen Rüya, o sabah, ezandan önce dedesi için yazdığı şiiri okuyup kendini yalnız yaşadığı evinin balkonundan atmıştır. Çok sevdiği, çocukluğunun önemli bir figürü olduğu belli olan hasta dedesini bir hafta önce ziyaret etmiştir. Kuvvetle muhtemeldir ki bu bir hafta içerisinde bir günde dede ölmüştür. Rüya'nın zert zemine çarpmasının ardından bedenini terk eden ruhunun gün içinde yaşayacaklarında birkaç gün önce katıldığı bu cenazenin izleri görülmektedir. Rüya'nın ruhu, ölüm sonrasında ruhun durumu ile ilgili anlatılara uygun olarak kendi ölümünün farkında değildir. Katıldığı cenazeyi dedesinin cenazesi gibi kurgulaması bu yüzdendir. Rüya'ya bu tek günlük süre zarfında tanıyan tek kişi gassaldır. Ölüm sonrası ile ilgili anlatılarda 'sizi yıkayanı görürsünüz' sözü önem arz etmektedir. Öyküde de bir tek gassalın Rüya'yı görmesi bir karşılıklılık olması açısından anlamlıdır. Rüya, onu görür, o Rüya'yı görür. Rüya'nın uyanışı da ölüm sonrası ile ilgili anlatılara uygun olarak bedeninin toprağa girişi ile başlar. Bu kısmını görmeyiz ama muhtemelen Rüya'nın artık mezara girdiği, üstünün örtüldüğü ve yakınların mezarın başından ayrıldığı o anda Rüya'nın ruhu evine, aslında bedenine döner ve Rüya ayağa kalkmak ister. Bu anda kafasını vurduğu tahta öldüğünü idrak etmesini sağlar: 'Her şeyi öylesine bir çırpıda anladı ki, delirecek gibi oldu. Beş kat aşağıda, bedeni, çimlerin üzerinde yatıyordu.'

Monday, March 1, 2010

Rahat! Hazrol! Hizaya gir!

''Sayın blog yazarı, bugün bir tesadüf eseri bloguna girdim. Üzülerek fark ettim ki Türkçeyi son derece kötü kullanıyorsun. (not:TDK online yazım kılavuzu uyarınca özel isim gibi yazılan dil isimlerine gelen ekler birleşik yazıldığı için ayırmadım) Sözcükleri gündelik hayatta söylediğimiz biçimde yazdığın yetmezmiş gibi eklerle bağlaçları birbirinden ayırmaktan da acizsin. Bu durumda yazı yazmamalı, kendini ifade etmemelisin. Zira yazı, avamın doğal hakkı değil belli bir zümreye belli koşullarda tanınmış bir ayrıcalıktır. Haddini bil!''

Anonim blog yorumu

Henüz yorum yapanlar arasında konuyu bu kadar düzgün olarak ifade edebilenini görmediğimi söylemek isterim. Bir eleştiri getireceksen ''Türkçeyi doğru kullanmıyorsunuz'', ''Türkçeyi katlediyorsunuz'', ''Bağlaç olan 'de' ayrı, ek olan '-de' bitişik yazılır, 'ebenin damında' ise 'de' olmadığı için yazılmaz'' biçimde yorumların ötesinde bu meselenin okuru neden rahatsız ettiğine dair daha somut bir eleştiri bekliyorum. Bu okur grubuna yönelteceğim eleştirilerime geçmeden önce, müsadenizle, yüksek bir Türkçe ile yazdığım ve sayısız (!) insana ulaştığım bu köşede bu lafları hangi sıfatla etme cüretinde bulunduğumu da söyleyeyim de bu konudaki icazetimi baştan alayım. Bendeniz iki dili anadili gibi konuşan, 2001 yılından beri hem kitap hem AB projeleri çevirileri yapan, yayımlanmış (dikkat edin, eğer basılı yayınlardan bahsediliyorsa kullanılması gereken fiil 'yayınlamak' değil, 'yayımlamak'tır) 10 çeviri kitabı bulunan bir çevirmen, aralarında Halide Edib'in bir kitabı da olmak üzere 3 kitabın editörlüğünü yapmış, hâlen biri AB projesi biri alanında dünyaca ünlü profesörlerin bildirilerinden oluşan bir sempozyum kitabı olmak üzere iki ayrı kitabın editörlüğünü yürüten bir editör, Türk edebiyatı bölümünde 160 sayfalık bir yüksek lisans tezi yazmış, bu tezi yazmadan önce Hakkı Devrim'i solda sıfır bırakacak düzeyde titiz bir akademisyenin dil ve yazılı anlatım konusunda rahle-i tedrisinden geçmiş, hâlen bu alanda çalışmalarını doktora düzeyinde sürdüren ve bu kadar uzun bir cümleyi herhangi bir anlam düşüklüğü olmadan yazabilen bir akademisyen adayıyım. Bu kadar sıfat, az sonra edeceğim lafları etme yetkisini bana vermezse -biraz mübalağa ederek söylüyorum- başka da kimseye vermez efendim.

Söz, halkın; yazı, aristokrasinin aracıdır. Söz küçümsenir, yazı yüceltilir. Söz, kahvehanedeki âşığın işidir; yazı, saray meclisindeki şairin işidir. Söz kuralsızdır, eğilir, bükülür, yeniden üretilir. Yazı, kurallıdır, sımsıkı bir cendere içindedir. Sözü nasıl söyleyeceğini sen belirlersin, yazıyı nasıl yazacağını başkaları belirler. Bütün çatışma işte bu ayrılıktan doğar. Okuma-yazmanın artması, matbaanın yazılı metni herkesin erişimine sunması, her söz söyleyebilenin artık yazı da yazabilir olması söz ve yazı arasında başından beri süren bu gerilimi daha da körükler. Yazı yıllardır elinde bulundurduğu iktidarı söze kaptırmamanın, alanının söz tarafından işgalini önlemenin bir yolunu arar durur. Günümüz söz ve yazı arasındaki ayrılığın, yazının belli bir zümreye aidiyetinin artık yıkılmakta olduğu, her söz söyleyenin kelimenin tam anlamıyla artık yazı da yazabildiği bir zamana tekabül etmektedir. ''Söz söylüyorum o zaman yazabilirim de'' artık herkes için mümkün bir önermedir.

Yukarıdaki önermeyi mümkün kılan elbette teknolojidir. Yazının bir ürünü olan teknoloji, yazıyı âdeta sırtından bıçaklamış ve yazının alanını herkese açmıştır. Bugün bir blog açıp ''söz söylemeye'', ''anlatmaya'' başlamak artık sadece bir an meselesidir. Kendi yaşadığım bir örneği vermek gerekirse bir  yazıyı Radikal Kitap Eki'nde orasından burasından kırpılmış hâlde yayımlatmak için araya bir tanıdık koyup 4 hafta beklemem gerekirken aynı yazıyı sansüre uğramamış hâlde blogda yayınlamam sadece karar verip ''publish post'' ibaresine tıklamaktan ibaret bir zorluk içerir. Aşılamayacak şey değil.

Bugün okuduğu blogun dilini, anlatımını, içeriğini beğenmediğinde sağ ya da sol üst köşedeki çarpı işaretine basıp sayfayı kapatmak yerine ''olmamış'' demeyi marifet sayanların temel derdinin söz ile yazı arasındaki bu kavgada gizli olduğunu düşünüyorum. Bu kişiler okudukları blogda avamın anlatma aracı olan söze dair ibareler gördükleri zaman, yazının sarsılmaz kurallarının ve iktidarının savunucuları olarak kendilerini saldıraya uğramış varsayıyor ve tüm güçleriyle karşı saldırıya geçiyorlar.

Blog yazarlarının yazdıklarını bastırmak istediklerini hayal edelim bir an. Siminya, ''sexy_baby_angel18@hotmail.com'' başlıklı yazısını, Fevkalade Olağan ''erkeğin kapris eşiği'' adlı ''toğorisini'', Enteldantel ''görükmez canavarları''nı,  Fevkalade Olağan ve Enteldantel etek traşı'nda ''barbi inek :))))'' başlıklı msn konuşmalarını, Sami Hazinses ''bana mutluluğun resmini yapsan ne sikime yarar abidin?'' adlı şiirini, Fenasi Kerim ''Japon Küçük Kız Pornoları'' başlıklı incelemesini içeren bir kitabı yayınlatabilirler miydi emin değilim. Umut Karacaoğlu, banka soymadığı gibi blog gibi gereksiz işlere de girmeseydi dil erkinin nispeten onayladığı bir dille yazdığı öykülerini kitap hâline getirebilirdi belki ama muhtemelen üste para vermesi ve kitabın satılmasını beklemesi gerekirdi. Hepsi bu süreçte birçok zorlukla karşılacağı gibi birçoğunun kitabı kapıdan geri çevrilecek, ilk elemeye bile giremeyecekti. Oysa blog, onlara bu süreçlerin hepsini atlayıp doğrudan doğruya okura ulaşma fırsatı verdi. Neyi anlatacaklarına, nasıl anlatacaklarına, ne zaman anlatacaklarına tamamen kendi özgür iradeleriyle karar verdikleri bir platform sağladı internet onlara. Dil aristokratlarının tahammül edemediği de işte tam bu özgürlük durumu, bu denetimsizlik, bu dilediğince ''söz'' söyleme özgürlüğüdür kanımca.

İşin bir boyutu bu denetimsizlik durumu. İkinci boyutu ise -tabirim affola- ama yazıdan anlamama durumu. Bu Hakkı Devrim'den titiz hocamız ''Edebiyat Kuramları'' dersine girdiğinde ilk olarak bize şunu söyledi: ''Bir metinde yazar, hiçbir zaman anlatıcıya eşit değildir. Aynı zamanda yazar, kahramana da eşit değildir''. Yazar, kanlı canlı bir varlıktır. Ama yazmaya başladığı anda orada artık ikinci bir ses vardır, anlatıcı! Anlatıcının sesi, yazarın sesinden farklı bir sestir. Anlatıcı bir kurgunun parçasıdır. O kurguya bağlı olarak hareket eder. Kurguya uygun konuşur. Kurgu, üslubu da belirler. Diğer bir ifade ile anlatıcı ve kahraman kurgunun gerektirdiği biçimde ifade ederler kendilerini. Kurgudaki bu üslubu yazarın gerçek hayattaki anlatımıyla karıştırmamak gerekir, zira ikisi farklıdır.

Siminya, Sami Hazinses, Enteldantel, Fevkalade Olağan, Umut Karacaoğlu ve müstear ad ya da gerçek ad kullanan daha birçok blog yazarı aslında bir anlatıcı karakter yaratmıştır. Bu anlatıcı karakter, yazarın kendisi için belirlediği kurguya uygun hareket eder, ona uygun konulardan bahseder ve ona uygun bir dil kullanır. Siminya kenar mahalle dili kullanmaktan hoşlanır, Sami küfürbazdır, Fevkalade Olağan dili söylediği gibi yazmayı sever, Entendantel'in dili düzgündür ama mantığı çarpılmıştır,  Fenasi düzgün bir anlatıcıdır ama konuları sapkındır, Umut da usul usul anlatır ama durduğu noktayı değiştirir durur. Ama bunların hepsi yazınsal alanın karakterleridir ve yazınsal alan çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bu nedenle Siminya'ya '' 'de''yi ayırmadın'' demek, Sami'yi çok küfretmekle suçlamak, Fevkalade Olağan'ı yazı yazmayı bilmemekle itham etmek, Fenasi'ye ''bu anlatılmaz'' demek, Umut'a böyle anlatılmaz bu öykü demek mantık dışıdır. Okurun görevi neyin nasıl olacağına karar vermek değil, neyin neden böyle yapıldığını, bu üslubun, bu kurgunun, bu içeriğin ardında ulaşılmak istenen hedefin ne olduğunu anlamaya çalışmaktır.

Siminya, bu kadar kurallarını yıktığı dil ile aslında kendi dünyasını belirleyen kurallara karşı çıkmaktadır. Zaten kurallarla dolu, sıkıcı bir dünyayı aynı kurallı cümlelerle anlatırsanız, sıkıcı olmaktan öteye gidemezsiniz. Öte yandan Fenasi gibi zaten kendi başına sarsıcı, hatta yıkıcı bir içerikten söz ediyorsanız deneysel bir dile ihtiyacınız yoktur. En azından dilin kurallar içerisinde kalması malzemenin hazmını kolaylaştırır. Enteldantel ve Umut gibi anlatmak ise derdiniz, o zaman kurguyla oynarsınız dilden ziyade. Ama Enteldantel ve Fevkalade Olağan'ı koyduğunuzda yan yana işte o zaman mizah çıkar ortaya ve mizah, tamamen semantik bir olaydır. Dilin hiç düşünülmeyen anlamları ile düşündürtmeyi gerektirir okuru. Sami, küfrü kullanır. Yazıya küfür girmesi zaten başlı başına bir olaydır.

Bunların hepsi edebiyattır. Yüksek edebiyatın, ''O kadar da mühim değil, Elif Şafak, Orhan Pamuk etc. kitabı değil sonuçta'' iddiası, tahtının sarsılma korkusundandır. Yüksek edebiyat -her neyse o- kendi kuralları dışında edebiyatın, bu kadar denetimsizce icrasından ürkmektedir. Ürksün. Oğuz Atay, Leyla Erbil, Vüs'at O. Bener yazdığında da ürkmüştü. Herkes Tanpınar olmak, Tanpınar gibi yazmak zorunda değil. Tek değerli olan da Tanpınar çizgisinde olan değil.

Bu bolluk içinde her şeyin kaliteli olmasını beklemek elbette hayalperestlik olur. Ama bu bolluk içinde gerçekten iyi olanların da hakkını teslim etmek gerekir. Bir kitabın kötü ya da zevkinize uygun olmadığını anlamanız için genellikle satın almanız gerekir. Oysa bloglar sizi bu zahmetten ve masraftan kurtarır. Bilgisayarınızın ekranında istediğinizi okuyup istemediğinize yüz çevirebileceğiz bir derya deniz sunar size. Hatta dahası kötü kitabın yazarına getiremeyeceğiniz eleştirileri burada blogun yazarına iletebilirsiniz. Ama iletmenin de bir sınırı vardır. Hatta çoğu zaman iletmeye gerek yoktur. Beğenmedim, der ve bir daha okumazsınız olur biter. Ama beğenmediğiniz şeyi kendi istediğiniz şekle sokma çabasının adı diktatörlüktür. Böyle bir özgürlük ortamında pek işe yaramaz. Siz beğenseniz de beğenemeseniz de onlar sizin istemediğiniz o biçimde yazmaya ve birileri onları okumaya devam edecektir. Bu düşünceyi hazmetmeye çalışmak yerinde olacaktır.

Friday, February 19, 2010

Derslerini verdim!

Bunu kendileri istedi. Hatta bunun için üste para vermeyi bile teklif ettiler. ''İstemez, paranız sizde kalsın. Ben size dersinizi verip giderim'' demek istedim. Ama fakir bir akademisyen adayı olduğumdan diyemedim. Daha ziyade gözlerim parlayarak ''Ne kadar? Ne kadar?'' diye sormak istedim. Ama elbette fakir ama gururlu olduğum için bunu da yapamadım. Vakur bir edâyla boynumu büküp ''istemem yan cebime koy'' tavrını takındım. Koymadı ibneler! Koymadıklarından mütevellit şu dakika itibariyle beş parasızım. Mevzu bu değil ama. Mevzu ders vermek!

İlk dersimi 21 yaşında verdim. 9 yaşında bir velete. Fransız okulunda okuyordu. Birlikte Fransızca çalışıyorduk. Çok eğlenceliydi. 9 yaşında yaramaz bir oğlan çocuğu olduğu için 1,5 saat kıçının üstüne oturtup ders çalıştırmak kolay olmuyordu. Annesi başta gördüğü manzaralar (oğlan kanapenin tepesinde, oğlan odanın öbür ucunda bağrış çağrış bana cevap yetiştiriyor, oğlan amuda kalkmış bana tersten cevap yetiştiriyor) karşısında benim öğretmenliğimden şüphe etse de yazılılardan iyi notlar, öğretmenlerden övgüler geldikçe benim yeteneğim de onaylandı.

Arada başkalarına da ders verdim ama asıl 1,5 yıl bir Fransızca hazırlık öğrencisine ders verdim ki en zevkli deneyimlerimdendi. Hatun Adanalı bir ağanın kızıydı. Annesiyle birlikte yaşıyordu ve daha ilk günden annesi beni hatunun hamisi olarak atadı. Uzun sarı saçları, çingene esmeri teniyle tahmin edeceğiniz gibi son derece tezat oluşuruyordu. Uzun boyluydu ama yine de sivri topuklu ayakkabılar giyerdi. Leopar desenli derin göğüs dekolteli bluzlarından bahsetmiyorum bile. Bunun yanında dönemin fırtınalar estiren dizisi Kurtlar Vadisi'nin tutkunuydu. Ama okuduğu bir kitabı anlatma ödevi verdiğim bir gün bana dönüp ''1984 olur mu?'' dediğinde ağzım açık kalmıştı. 20 yaşındaydı ama çocuk gibiydi. Benimle ödev için pazarlık yapardı. Dersi kaynatmaya çalışırdı, ödevlerini unuturdu. Ama zehir gibiydi. Bir kere anlattığım hiçbir konuyu ikinci kere tekrarlatmadı. Farklı bir aile yapısı vardı elbette. Şiddet, silah, aldatma. Annesi bir gün babamın annemi çok dövüp dövmediğini sormuştu. ''Hayır, babam annemi dövmezdi'' dediğimde inanmakta güçlük çeken bir ifadeyle bakmıştı bana.

En nefrettiğim öğrenci tipi hem çalışmayan hem de aptal olan öğrencilerdir. Hiçbir zekâ pırıltısı göstermeyen insana tahammül edemiyorum. Evet elitistim. Kimse kusura bakmasın. Olmuştu öyle bir aptal öğrencim. Sonunda işin ucunda kendi menfaatim olmasına rağmen yarıda bıraktım dersi. Daha fazla tahammül edemedim. Sonra yeniden ders almak için aradığında ''vermiyorum'' deyip kestirip attım.

Geçen sene ilk kez bir sınıfta ders verdim. YÖK'ün zorunlu Türkçe ve Tarih dersleri vardır. Her üniversite öğrencisi birinci ve ikinci sınıfta bu dersleri alıp tamamlamak zorundadır. Doktora yaptığım üniversitede bu Türkçe dersine girdim bir sınıfın. Topluluk önünde ilk ders verme deneyimim bu oldu. Son derece keyifliydi. İlk dersimde Can Yücel üzerine tez yaptığımı söylediğimde bir öğrencim baygın gözlerle bakıp ''Hocam Can Yücel'in 'Bağlanmayacaksın' diye bir şiiri vardır, ne güzeldir, değil mi?'' deyip iç çektiğinde gülmemek için dudaklarımı ısırmıştım. Bu dersi verirken kendime uygun mesleği seçtiğimi bir kere daha anladım.

Bu ikinci deneyimim. Osmanlıca anlatıyorum bu kez. Karşımdaki topluluk biraz farklı. Yaşını başını almış, bir yerlerde üst düzey mevkilere gelmiş ya da kendi işinin patronu olmuş kişiler var bu defa karşımda. Dikkatli olmak lazım her söylediğinizde. Yüksek bir özdenetim gerektiriyor. 18 yaşındaki öğrenciye vereceğiniz tepkiyi veremezsiniz bunlara. Osmanlıca yazısıyla ilgili şeyleri anlamadıklarında suçu sürekli üstüme alarak kötü yazım yüzünden anlamadıklarını söyledim durdum. Yoksa ''biz beceremiyoruz'' deyip duruyorlar. Yine de keyifli.

Friday, February 12, 2010

Ertelemenin Kitabı (Erteledim yazamadım)

Gavurcada procrastination, Osmanlıca'da tehir, günümüz Türkçesi'nde ise erteleme denen eylemin kitabını yazmak üzere oturdum bugün bilgisayarımın başına. Bir ara aklımdan ''Aman boş ver, şimdi ne uğraşacaksın bunu yazmakla?'' sorusu geçmedi değil. Nitekim hak verdim kendime. Kitap dediğin yaz yaz bitmez bir şey. Öyle ha deyince ortaya çıkmaz. Kendi kendime yürüttüğüm bu muhakeme sonucunda başlangıçta bazı notlar almaya, kitabı yazma işini ileriki bir zamana ertelemeye karar verdim.

Şimdi ileride kaleme alacağım kitabımın taslak bölümleri üzerinden ilerlesin yazı.

Bölüm I. Kim erteler?
Yapılan araştırmalar (ben kendi çevremde yürüttüm bu araştırmayı, eşe dosta sordum, o cevapları burada yorumlayacağım) erteleme işinin en çok akademik çalışmalar yürütenlerde görüldüğünü ortaya koymaktadır. Araştırmalar sadece akademik çevrede yürütüldüğü için böyle bir sonuç çıkmış olabilir. Lakin araştırmanın diğer çevrelere genişletilmesi ileriki bir tarihe ertelendim. Yine de kendimden son derece emin bir şekilde söyleyebilirim ki durum budur. Doktora yapan arkadaşlara, yeni bitiren şanslılara, bitirip göreve başlamış hocalara sordum. Aldığım cevap hep aynı oldu: ''Ohooo! O da bir şey mi ben bir ay parmağımı kıpırdatmadan yattığımı bilirim'', ''Yığılmış işler dururken pijamalarımı çekip televizyon izlediğim oldu günlerce'' ve benzeri.

Bölüm II. Neden erteler?
a) Mükemmeli yakalama arzusu
Birtakım kendini bilmezlerde mükemmeliyetçilik kusuru bulunur. Bu zat-ı muhteremler sanarlar ki bir işi mükemmel yapmak mümkündür. Bu gaflet içinde ellerindeki işi en mükemmel şekilde yapacakları anı, koşulları, ruh hâlini bekleyip dururlar. Öyle bir an hiç gelmez, o koşullar hiç oluşmaz, o ruh hâline asla bürünülmez. Bu bekleyiş içinde işler ertelendikçe ertelenir.

b) Başarısızlık korkusu
Bir kısım insan kendine güvenmez. Kendine güvenmediği için yapacağı işe de güvenmez. Zaten ortaya koyacağı iş iyi olmayacaktır, zaten başaramayacaktır. Bu düşüncelere gark olan kişi işin başına geçecek hevesi kendinde bulamaz, başaramayacak olduktan sonra yapmanın da bir anlamı yoktur.

c) Götünü yerinden kaldıramama sendromu
Bu gruptaki kişiler çalışma enerjisini kendilerinde bulamazlar. Bütün gün o koltuktan kalkıp bu koltuğa geçer, koltuktan kalkar yatağa yatar, öylece geçirir günleri. Bu gruba dahil olan kişiler genelde ''son dakikada sıkı bir çalışmayla başarısız'' felsefesine inanan kişilerdir.

Bölüm III. Ertelemenin Sonu
Hangi gruba dahil olursa olsun ertelemenin sonu bütün ertelemeciler için aynıdır: paçaları tutuşmuş bir hâlde son âna sıkıştırılmış işi bitirme çabası, uykusuz geçen bir iki gün,  sinir stress, panik atak, yetişmeyecek korkuları, ''yemin ederim bundan sonra her şeyi günü gününe yapacam yeter ki bu yetişsin'' duaları. Elbette iş öyle ya da böyle yetişir. İşin bitmesiyle birliktebir rahatlık kaplar ertelemecinin ruhunu. O an çok kararlıdır, o günü dinlenerek geçirecektir ama ertesi sabah mutlaka erkenden kalkıp çalışmaya başlayacaktır. Kendine sözler üstüne sözler verir.

Ertesi sabah saat dokuzda saatin zili çalar. Ertelemeci biraz daha uyumanın iyi bir fikir olduğuna, saatin henüz erken olduğuna kanaat getirip saati kapatır, uyumaya devam eder. Yapılacak işler mi? ''Ohooo, daha çok var abi yapılır elbet''

Sunday, January 24, 2010

Çeşit çeşit ben...


Çeşit çeşit hâli var insanın. Çeşit iyidir gerçi, tek düze olmaktan. Dengeleyebilmek lazım bu çeşitliliği. Ruhsal ve fiziksel çeşitlilik diye ikiye ayrılıyor benimkiler.

Mesela bazen bir bakıyorum, dolma dudaklı oluvermişim. Nasıl oluyor ben de anlamıyorum. Bir sabah uyanıyorum ve kendimi artık dolma dudaklı bir kadın olarak buluyorum. Bir süre devam ediyor bu hâl. Ben de alışıyorum, sonra yavaş yavaş sönüyor dolmalığı o dudakların bildik yüzüme dönüyorum.



Bazen de dolmalık değil de sevgilimin ördek dudağı dediği moda giriyorum. Birdenbire dudaklar ördekleşiyor, benzetmek gibi olmasın Aysun Kayacı gibi bir şey oluyorum. Bu dolma dudaktan daha sık başıma geliyor, etrafın tepkilerinden öyle anlıyorum. Bir de ördek dudak  insanlarda parmakların arasına alıp koparma isteği uyandırıyor, bunu da keşfettim. Ördek dudaklarımla daha mutluyum doğrusu.



Bazen yüzüme aptal bir ifade geliyor. Hani nasıl anlatsam, çizgi filmlerde kahramanın kafasına tavayı indirirler de yıldızları saymaya başlar ya, bana da öyle oluyor işte. Sanki yıldız sayar gibi şapşal şapşal bakıyorum tavana. O anda yediğim şok her neyse onun etkisi geçene kadar da çözülmüyorum, öyle kalıyorum. Ben kendimi göremiyorum o anda, malum tavana bakıyorum. Ama anlatanlar komik göründüğünü söylüyorlar, pek eğleniyorlar bu durumla.



Sarhoşluğum da çekilir dert değil benim. Ağzım yüzüm kayıyor, böyle anlamsız bir ifade yerleşiyor yüzüme. Gülmekle ördek dudak arası bir yapıya bürünüyor ağzım, gözler genelde tavana kayıyor. Bir şey değil önümü göremiyorum, yürümek zor oluyor. Neyse ki genelde tek içmiyorum, birileri oluyor yanımda da evimin yolunu bulabiliyorum.



Bir de ruhani çeşitliliklerim var. Bazen kafam çok karışıyor. Bildiğin içinden çıkılmaz bir sarmal hâlini alıyor. Ne yöne dönsem, ne düşünsem olmuyor. Zira düşünmek sadece kafamı biraz daha karıştırmaya neden oluyor. Dünyam alt üst oldu, derler ya, kafam karışınca benim de dünyam tam olarak öyle oluyor. Yüzüm gözüm dağılıyor, ağzım burnum karşıyor. Gören bir bakışta anlıyor bende o günlerde bir sorun olduğunu. Gizlemek mümkün olmuyor.



Bazen düşünmekten kafam büyüyor. Yani ben böyle hissediyorum. Bir şeyi takıyorum kafaya, düşünüyorum da düşünüyorum. Sürekli ama, hiç durmamacasına. Sonra yüzüm minicik kalmış ama kafamın beyin kısmı kocaman olmuş gibi hissediyorum. Taşıyamıyorum, ağır geliyor. Böyle zamanlar için arkadaşım var bir iki tane, biraz anlatınca küçülür gibi oluyor kafam, yeniden taşıyabilir hâle geliyorum kafamı. Ama normal boyutlara inmesi uzun zaman alıyor.



Bazen de tamamen kafasız hissediyorum kendimi. Öyle bir hareket yapıyorum ki 'bunu yapanın omuzlarının üzerine kafası olamaz, saçlarım herhalde öylece duruyorlar orda' diye düşünüyorum. Bu halet-i ruhiyeden çıkmak (bu arada çok seviyorum ben bu tamlamayı) uzun sürüyor. Kendimi aslında benim de herkes gibi kafam olduğuna, yalnız arada bir yanlışlıklar yaptığıma, bunun da kendini imha ile sonuçlanmaması gereken normal bir şey olduğuna inandırmam 45 gün ile 6 ay arası bir zaman alıyor bende. Evet, doğru tahmin ettiğiniz üzere bu süre zarfında kafasız dolaştığım gibi yeniden bir kafam olduğuna ikna olmak için tekrar bir hata yapmamak adına azami çaba sarf ediyorum. İyi haber şu ki henüz başaramadığım olmadı.



Sık sık şaşırıyorum. Kolay şaşırır bir yapım var sanırım. Gözlerim faltaşı denilen büyüklükte açılıyor ve ben avına gözünü dikmiş bir kurbağa gibi öylece karşımdakine bakakalıyorum. Evet, faltaşından ziyade pörtlek gözlü bir kurbağa oluyorum ki, halk arasında kurbaaa da denilen bu yaratıklara ben 'toadily insane' (hazreti google'a sorun göstersin) baskılı tişörtümü 2006 yazında aldığımdan beri hastayım. Bir kurbağa olmak için neler vermezdim! En azından şaşırınca kurbağa olduğumu bilmek güzel.



Bir de bazen -sık sık olmaz ama cidden nadirdir bu anlar ve genelde bahar ve yaz aylarına denk gelir- bana nur iniyor. Bildiğiniz nur iniyor. Işıl ışıl oluyorum, bakanın gözünü alıyorum. Hatta o zamanlar kendi gözümü bile alıyorum, kendime bakamıyorum aynada. Bu yüzden az olmasından memnunum. O hâlimi de seviyorum, yalan yok. Bütün şapşallıklarımın yanında arada bir parlamak hiç fena gelmiyor. Bunun güneşle bağlantılı olması benim yansıtıcı bir varlık olmamla alakalı olabilir tabii. Ay gibi bir şey olabilirim. Henüz keşfedilmedim ama.



Bu çeşitlilik, özellikle bir ikisi üst üste gelince yoruyor tabii beni. Hangi kılığa gireceğimi şaşırıyorum. Bunların üst üste gelmiş hâllerini getirsenize gözünüzün önüne. Kafası karışmış şaşkın bir sütlükahve ya da yüzüne nur inmiş ördek dudaklı bir sütlükahve. Zor oluyor zor, bir ikisini aynı anda tek bünyede toplamak. Yine de çeşit çeşit ben var işte. İyisiyle kötüysüyle seviyorum ben bu benleri, yalan yok. Bazıları bazen çok yorsa da beni, onlar olmasa bende bir renk eksik kalırdı gibi geliyor. Renk renk ben, ne güzel...


Wednesday, January 20, 2010

Açlık giderilmesi gereken bir güdüdür!

Umut Karacaoğlu'nun ''Açlık'' adlı öyküsünü çözümleme denemesi

http://www.umutkaracaoglu.com/?p=1247

Engin Bey, öykü dersini anlatırken ''Bir öykünün önce başlığına bakın'' derdi. ''Başlık size ne söylüyor, önce bunu çözmeye çalışın''. Umut Karacaoğlu'nun 3 kısımdan oluşan bu öyküsünde de başlıkla işe başlamak lazım sanırım. Açlık üç bölümün de ortak başlığı. Farklı olan kısmına sonra değineceğim, şimdilik bir farklılık olduğu aklınızın bir kenarında kalsın. Açlık... Başlığı okur okumaz aklıma ilk düşen bedenimizin bizi zorunlu tuttuğu yemek yeme güdüysüydü elbette. Ancak öykü bu kadar basit olamazdı. Diğer bir ifade ile bir adamın açlığını, yeme ihtiyacını anlatamazdı. Bence anlatsa öykü olmazdı.

Bir açlık var öyküde burası kesin. Ama herkesin açlığı farklı bir şeye. İlk öykünün isimsiz kahramanı neye aç? İlk öykünün isimsiz kahramanı bir baba-oğul ilişkisine aç. Babasıyla bir ilişki kuramadığı anlaşılıyor. Mesafeliler. Ayda bir görüşüyorlar. Bir gün bu kayıp, var olmayan, sevgisi olmayan babanın evine gittiğinde babasının öldüğünü anlıyor. Ama bu ölümü kabullenmeye hazır değil. Bu yokluğu belki, ama ölümü asla. Çünkü babanın ölmesi demek, doyurulmamış olan baba-oğul ilişkisinin sonsuza dek doyurulmaması, adamın hep aç kalması demek.

''Serçe’yi bir ay boyunca babam beslemiş ve nereye bilmiyorum, yok olup gitmişti. o, ne isim koymuştu acaba? evinde tek bıraktığı şey serçe’ydi. babamın evini özlemişim...''

Babadan geriye babanın yerini alabilecek bir serçe kalıyor sadece. Bu nedenle serçe babayla özdeşleşiyor ve adamın hayatında önemli bir rol kazanıyor. Baba serçeyle ilişki kurabilmeli. Onunla anlaşabilmeli. Önce kahramanımız oğul olacak sonra baba rolüne o bürünecek ve kendi serçesini büyütecek. Burası önemli. Bundan sonra babalar ve oğullar serçe olarak karşımıza çıkacak. Doğmamış oğluna verebileceği en güzel besinle, kendine ait kuş yemiyle besleyecek. Onunla daha doğmadan ilişki kuracak. Ama bütün bunlar baba serçe cama çarpıp ölünce değişiyor. İsimsiz kahramanımız babasıyla kuramadığı ilişkiyi oğluyla da yanlış kuracak. Babasının ölümüne engel olamadığı gibi oğullarının ölümünün de nedeni olacak. Böylece hep aç kalacak.

http://www.umutkaracaoglu.com/?p=1254

Öykü aynı olayın farklı kahramanları gözünden anlatması üzerine kurgulandığı için bu defa karşımızda anlatıcı olarak isimsiz kahramanımızın karısı var. Karısının gözünden izlediğimizde kahramanımızın durumu daha bir anlaşılmaktadır. Aslında bu bölüm ilk bölümün bütün gizemini ortadan kaldıran bölümdür. Bütün çıplaklığıyla isimsiz kahramanın arızalarını okurun önüne serer. Peki bu ikinci hikayenin açı kimdir? Bu hikayenin açı elbette isimsiz kahramanın karısıdır. Ama onun açlığı bir baba açlığı değildir. Hatta buna tok olduğu söylenebilir. Sonra derece sağlıklı görünmektedir. Onun açlığını yaratan isimsiz kahramanın açlığıdır. Kahramanın kuramadığı ve teker tker öldürdüğü oğul serçeler kadının çocuk sevgisine açlığını doğurur. Kadın aç kalır ve bu açlığa dayanamaz ölür.

''sana son kez yazıyorum günlük. anlatacak gücüm yok. yaşayacak gücüm yok. bu yazıları biri bulup okursa, bilsin ki, yavrumu, kocam öldürdü. kendimi odaya kapadım ve polisi aradım. son yaptığım şey sana yazmak olacak günlük. hoşça kal, aynı pencereden ben de uçacağım.''


http://www.umutkaracaoglu.com/?p=1271

Bu öykünün biyolojik anlamda tek açı işte bu kedidir. Gerçek açlığın zorluğunu yaşayan odur. Tek derdi karnını doyurmaktır. Karnını doyurma yolunda bir adım attığını düşündüğü sırada ölür. Aslında belki artık o da açlığa dayanamamış, bilinçsiz bir ölüme gitmiştir.

''araba, kafatasını parçalayıp asfalta yapıştırdı.

  açlığı dinmişti.''

Öykünün ilk başlığının altında ''- aç karnına (ayna önünde) -'' ibaresi yer alır. İkinci başlığın altında ''- tok karnına (ayna ardında) -'' ibaresi vardır. Son bölümde hiçbir ibare yoktur. Neden? Sondan başlayalım. Kedi bu öyküye dahil olamadan, aynanın önüne gelemeden ölecek ve açlığını dindirecek. İsimsiz kahramanın karısı aynanın arkasından bütün olanı izleyecek. Aç kalacak ama kendi seçimiyle ölerek açlığını dindirecek. Aynanın önünde bir tek isimsiz kahramanımız kalacak. Aç ve yaşayan.

İlk okuduğumda ikinci bölümün fazla ipucu verdiğini düşünmüştüm. Ama son bölümle birlikte ikinci bölüm de bu sıralamayla anlam kazandı. Umut Karacaoğlu'nun eline sağlık.

Monday, January 4, 2010

Epikriz: Bir Yazarın Halet-i Ruhiyesinin Raporu

Bir süre daha izledik alevleri. “Karakterimi o odadan nasıl çıkaracağımı buldum” dedim.
“Nasıl?”
“Odayı yakacağım, hatta bütün binayı”.
“Yangın merdiveni var mı?”.
“Evet var”. (49)

Bir öykü kitabından beni şaşırtmasını beklerim. Herhangi bir biçimde yapabilir bunu. Anlattığı konu ilginç olabilir. Anlatım biçimi farklı olabilir. Öyküye başlayışı ya da öyküyü bitirişi vurucu olabilir. Ama mutlaka beni şaşırtmasını beklerim bir öykü kitabından. Epikriz, gerek anlattıklarıyla gerek onları anlatma biçimiyle uzun süredir beni şaşırtan nadir öykü kitaplarından biri oldu.  Epikriz, 1977 doğumlu genç öykü yazarı Tuncay Durmuş’un ilk kitabı olarak Mayıs 2009’da Minima Yayınları’dan çıktı. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi mezunu olan Durmuş’un daha önce öyküleri Bireylikler, Koridor, Lacivert, Ekin Sanat ve Yazı Hariç gibi edebiyat dergilerinde yayımlanmış. Sanat yaşamı sadece yazmaktan ibaret olmayan Durmuş, daha önce resimle ilgilenmiş ve eserleri çeşitli karma sergilerde yer almış. Artık yazmakla daha ilgili gibi görünüyorsa da yazarın hayatında resmin önemli bir yeri olduğu ve yazma edimini mutlaka bir biçimde resimle bağdaştırmak istediği anlaşılıyor. Daha kitabın kapağını gördüğünüzde bu isteği fark ediyorsunuz. Zira kapağı süsleyen resim de Tuncay Durmuş’a ait 2005 tarihli bir eser.
Resim, sadece yazarın hayatında değil, öykülerinde de önemli bir yer tutuyor. Hemen hemen her öyküde karşımıza bir resim ya da bir ressam çıkıyor. Bazı öyküler başlı başına bir ressam ya da resme adanmış.  Örneğin “Oda” bir ressamın öyküsünün anlatıldığı öykülerden biri: “Değişik ülkelerdeki sergilere katıldı. Büyük bir atölye aldı kendine. Geniş pencerelerdeki lekelerin arasına parmağıyla izler çizip, onlara bakıp hayaller kurdu. Yengeçlerin kızıl ve saldırgan oldukları duygusunu arttıran çalışmalarla doldurdu atölyesini.” (39) “Duygu”da karşımıza bir türlü güzelleşemeyen, farklı farklı şekillerde yapılan ama hep çirkin olan bir resim var karşımızda. Okur ister istemez bu resimin ne olursa güzelleşeceğini merak etmeden duramıyor öyküyü okurken.
Öykülerin konusunun yanında anlatımında da resim önemli bir ipucu. Durmuş, öykülerini görselliğe dayandırarak anlatıyor. Bir öyküyü anlatmanın çeşitli yolları vardır. Öyküdeki seslerden bahsedebilirsiniz, kokuları tanımlayabilirsiniz, kahramanın dokunduğunda hissettiklerini ya da sadece duygularını anlatabilirsiniz. Yazar, görselliği tercih etmiş. Âdeta sözcükleriyle resim yapar gibi öyküler kurgulamış. Örneğin “Savaş” adlı öyküsünün girişinde yer alan patlama sahnesi, ilk anda okuyucuda ses imgeleriyle tanımlanacağı izlenimini yaratıyor. Oysa yazar, patlamanın sesinden ziyade neden olduğu hareketler üzerinde durarak okuyucunun önünde sessiz ama hareketli bir sahne canlandırmayı tercih ediyor: “Patlamanın etkisiyle sallanan dolaba tutundu. Ampulleri telaş içinde önlüğünün cebine koyup koridora yöneldi. Kapıdan çıkarken hemşire Ruben’e çarptı.” (59)
Yazarın görselliğin bu kadar üzerinde durmasının bir nedeni de anlattıkları elbette. Sıradan bir öykü üslubunun çok dışına çıkan bir anlatımı var Durmuş’un. Öyküler çoğu yerde halüsinasyonlarla iç içe geçmiş. Bu halüsinasyonlar bütün canlılığıyla beliriyor gözümüzün önünde. Gerçekle gerçek dışının ayrımını yapmak zaman zaman zorlaşıyor. Sınırları belirlemek için sadece bir okuyucu değil, aktif bir okuyucu olmak, bütün dikkati kitaba vermek gerekiyor: “Matador arenadaki turunu tamamlamak üzereydi. Yerimden kalktım. Çıkışa giden merdivenleri tırmanırken sıkıntımın katlandığını hissediyordum. Sıçrayarak uyandım.” (54)
Bütün bu halüsinasyonlar elbette öykünün psikiyatri ile olan yakın ilgisini de kuruyor. Öyküler psikanalitik bir okumaya son derece uygun. Zaten neredeyse her öykümüzde psikiyatrik bir vakayla karşı karşıyayız aslında. Bu nedenle öyküleri okurken aslında büyük psikiyatri koğuşunda elimizde kamerayla dolaşıp her bir hastadan kendi öyküsünü dinliyormuşuz izlenimine kapılıyoruz. Her şey kitabın sonunda yer alan “Sorgu” öyküsünün dönüp dolaşıp o kamerayı kamerana çevirmesiyle berraklaşıyor. “Sorgu” okuyucu için bir anlamda bütün düğümlerin çözüldüğü, bütün öykülerin birbirine bağlandığı tek bir uzun öykü oluyor.
Kitaptaki bu görselliğin yanı sıra bir de öykülerde sürekli tekrarlanan bazı görsel imgelerden söz etmek lazım geliyor. 15 öyküden oluşuyor kitap. Öyküler aslında birbirinden bağımsız. Ancak kitabı okuyup bitirdiğinizde aslında bu öykülerin bu bir iki tema ve birkaç görsel imge vasıtasıyla birbirilerine bağladıklarını görüyorsunuz. Yazar, bu imgelerin okuyucusunun gözünden kaçmasını istememiş olacak ki bu imgeler kalınla yazılarak okura dikkatli olması yönünde âdeta bir işaret verilmiş. Örneğin korku bu temalardan biri. Korku sözcüğü nerede geçse koyu olarak yazılmış. Yazar sanki bize bu öykülerde çok korkan biri olduğunu hatırlatmayı hep istemiş gibi. Balık bir başka nesne sık sık karşımıza çıkan. Balık, bir çeşit yardım çağrısı gibi. Ölümle yaşam arasında sıkışan kahramanların hayata biraz daha tutunabilmeleri için sarıldıkları, günlerce ellerinden bırakmadıkları, sayesinde hayatta kaldıkları nesne, bir anlamda öyküler için yaşamın kaynağı. Odalar var sürekli sıkışılıp kalan, içinden çıkılamayan. Bu odalar kahramanla birlikte okuru da alıyor, içine hapsediyor. Bir tuz var, birilerinin yardımına koşan. Kırmızı bir tuz. Bunun işlevini bulmak okura kalıyor, ama tuz okuru öyküler boyunca yalnız bırakmıyor. 
Bunun dışında renkler var sık sık karşımıza çıkan: Mor, sarı, mavi, turuncu, kırmızı. Mor genelede bir beden olarak çıkıyor karşımıza, morarmış, soluksuz kalmış ölmek üzere olan bir beden. Sarı soluk, uzun çöller ve ölümü çağrıştırır bir renk: “Sarı en çok İspanyolca’da sarıya benziyor oysa!” (79). Mavi, bir öyküye adını verecek kadar önemli bir renk. Mavi, çelişkili bir renk. Bir yanıyla sonsuzluğun simgesi, gökyüzü, su, hayat. Diğer yanıyla hastane, hastalık rengi mavi. Öyküler boyunca bu iki uç arasında gidip geliyor mavi, ama yine de en çok hastaneye ait görünüyor.
Anlatımın bir başka özelliği satır aralarına gizlenen ironi. Özellikleri öykü sonlarında karşımıza çıkan ironi, öykünün o ana kadar üzerimizde bırakdığı bütün duyguları silip yerine bir farklı bir duygu bırakıyor. Bu noktada öykülerin genel olarak okurun üzerinde bıraktığı duygudan da söz etmek lazım sanırım. Her okur elbette kendi duygusunu alacaktır öyküden. Her okuyuş nev-i şahsına münhasırdır ve hiçbiri bir diğerine benzemez. Yine de kendi izlenimimi paylaşmam gerekirse bu öykülerde ağır basan en önemli duygunun hüzün olduğunu söyleyebilirim. Büyük duygu patlamalarına yer vermiyor yazar. Sürekli sakin bir hüzün söz konusu alttan alta sezilen. Bu hüzne eşlik eden bir korku var öykülerde. Tahminimce bu hüzün ortada böyle bir korkunun var olmasından kaynaklanıyor. Okur, okuduğu satırlarda böylesine korkan biri varken ona yardım edememenin hüznünü yaşıyor sanırım.
Epikriz, bir anlatıcının halet-i ruhiyesini gözler önüne seren bir öykü kitabı. Birbirine benzemeyen, ama birbirine aslında sımsıkı bağlı olan öyküler okuru halüsinasyonlarla gerçekler arasında ince bir çizgide dolaştırıyor. Farklı anlatımıyla uzun süredir öykücülüğün ihtiyaç duyduğu taze kanı sağlıyor. Son zamanlarda alışılmışın dışında bir öykü okuma deneyimi yaşamak isteyen bütün okurları çağırıyor kitap, hepsine açıyor kapılarını, odalarını, her kahramanının önce tek tek, sonra bir bütün olarak hikâyesine davet ediyor bizleri. Temennim Tuncay Durmuş’un bu kitabıyla sınırlı kalmayıp öykülerinin devamını getirmesi, farklı öyküleriyle okuyucusunun karşısına çıkmasıdır.