izleniyoruz

Sunday, January 24, 2010

Çeşit çeşit ben...


Çeşit çeşit hâli var insanın. Çeşit iyidir gerçi, tek düze olmaktan. Dengeleyebilmek lazım bu çeşitliliği. Ruhsal ve fiziksel çeşitlilik diye ikiye ayrılıyor benimkiler.

Mesela bazen bir bakıyorum, dolma dudaklı oluvermişim. Nasıl oluyor ben de anlamıyorum. Bir sabah uyanıyorum ve kendimi artık dolma dudaklı bir kadın olarak buluyorum. Bir süre devam ediyor bu hâl. Ben de alışıyorum, sonra yavaş yavaş sönüyor dolmalığı o dudakların bildik yüzüme dönüyorum.



Bazen de dolmalık değil de sevgilimin ördek dudağı dediği moda giriyorum. Birdenbire dudaklar ördekleşiyor, benzetmek gibi olmasın Aysun Kayacı gibi bir şey oluyorum. Bu dolma dudaktan daha sık başıma geliyor, etrafın tepkilerinden öyle anlıyorum. Bir de ördek dudak  insanlarda parmakların arasına alıp koparma isteği uyandırıyor, bunu da keşfettim. Ördek dudaklarımla daha mutluyum doğrusu.



Bazen yüzüme aptal bir ifade geliyor. Hani nasıl anlatsam, çizgi filmlerde kahramanın kafasına tavayı indirirler de yıldızları saymaya başlar ya, bana da öyle oluyor işte. Sanki yıldız sayar gibi şapşal şapşal bakıyorum tavana. O anda yediğim şok her neyse onun etkisi geçene kadar da çözülmüyorum, öyle kalıyorum. Ben kendimi göremiyorum o anda, malum tavana bakıyorum. Ama anlatanlar komik göründüğünü söylüyorlar, pek eğleniyorlar bu durumla.



Sarhoşluğum da çekilir dert değil benim. Ağzım yüzüm kayıyor, böyle anlamsız bir ifade yerleşiyor yüzüme. Gülmekle ördek dudak arası bir yapıya bürünüyor ağzım, gözler genelde tavana kayıyor. Bir şey değil önümü göremiyorum, yürümek zor oluyor. Neyse ki genelde tek içmiyorum, birileri oluyor yanımda da evimin yolunu bulabiliyorum.



Bir de ruhani çeşitliliklerim var. Bazen kafam çok karışıyor. Bildiğin içinden çıkılmaz bir sarmal hâlini alıyor. Ne yöne dönsem, ne düşünsem olmuyor. Zira düşünmek sadece kafamı biraz daha karıştırmaya neden oluyor. Dünyam alt üst oldu, derler ya, kafam karışınca benim de dünyam tam olarak öyle oluyor. Yüzüm gözüm dağılıyor, ağzım burnum karşıyor. Gören bir bakışta anlıyor bende o günlerde bir sorun olduğunu. Gizlemek mümkün olmuyor.



Bazen düşünmekten kafam büyüyor. Yani ben böyle hissediyorum. Bir şeyi takıyorum kafaya, düşünüyorum da düşünüyorum. Sürekli ama, hiç durmamacasına. Sonra yüzüm minicik kalmış ama kafamın beyin kısmı kocaman olmuş gibi hissediyorum. Taşıyamıyorum, ağır geliyor. Böyle zamanlar için arkadaşım var bir iki tane, biraz anlatınca küçülür gibi oluyor kafam, yeniden taşıyabilir hâle geliyorum kafamı. Ama normal boyutlara inmesi uzun zaman alıyor.



Bazen de tamamen kafasız hissediyorum kendimi. Öyle bir hareket yapıyorum ki 'bunu yapanın omuzlarının üzerine kafası olamaz, saçlarım herhalde öylece duruyorlar orda' diye düşünüyorum. Bu halet-i ruhiyeden çıkmak (bu arada çok seviyorum ben bu tamlamayı) uzun sürüyor. Kendimi aslında benim de herkes gibi kafam olduğuna, yalnız arada bir yanlışlıklar yaptığıma, bunun da kendini imha ile sonuçlanmaması gereken normal bir şey olduğuna inandırmam 45 gün ile 6 ay arası bir zaman alıyor bende. Evet, doğru tahmin ettiğiniz üzere bu süre zarfında kafasız dolaştığım gibi yeniden bir kafam olduğuna ikna olmak için tekrar bir hata yapmamak adına azami çaba sarf ediyorum. İyi haber şu ki henüz başaramadığım olmadı.



Sık sık şaşırıyorum. Kolay şaşırır bir yapım var sanırım. Gözlerim faltaşı denilen büyüklükte açılıyor ve ben avına gözünü dikmiş bir kurbağa gibi öylece karşımdakine bakakalıyorum. Evet, faltaşından ziyade pörtlek gözlü bir kurbağa oluyorum ki, halk arasında kurbaaa da denilen bu yaratıklara ben 'toadily insane' (hazreti google'a sorun göstersin) baskılı tişörtümü 2006 yazında aldığımdan beri hastayım. Bir kurbağa olmak için neler vermezdim! En azından şaşırınca kurbağa olduğumu bilmek güzel.



Bir de bazen -sık sık olmaz ama cidden nadirdir bu anlar ve genelde bahar ve yaz aylarına denk gelir- bana nur iniyor. Bildiğiniz nur iniyor. Işıl ışıl oluyorum, bakanın gözünü alıyorum. Hatta o zamanlar kendi gözümü bile alıyorum, kendime bakamıyorum aynada. Bu yüzden az olmasından memnunum. O hâlimi de seviyorum, yalan yok. Bütün şapşallıklarımın yanında arada bir parlamak hiç fena gelmiyor. Bunun güneşle bağlantılı olması benim yansıtıcı bir varlık olmamla alakalı olabilir tabii. Ay gibi bir şey olabilirim. Henüz keşfedilmedim ama.



Bu çeşitlilik, özellikle bir ikisi üst üste gelince yoruyor tabii beni. Hangi kılığa gireceğimi şaşırıyorum. Bunların üst üste gelmiş hâllerini getirsenize gözünüzün önüne. Kafası karışmış şaşkın bir sütlükahve ya da yüzüne nur inmiş ördek dudaklı bir sütlükahve. Zor oluyor zor, bir ikisini aynı anda tek bünyede toplamak. Yine de çeşit çeşit ben var işte. İyisiyle kötüysüyle seviyorum ben bu benleri, yalan yok. Bazıları bazen çok yorsa da beni, onlar olmasa bende bir renk eksik kalırdı gibi geliyor. Renk renk ben, ne güzel...


Wednesday, January 20, 2010

Açlık giderilmesi gereken bir güdüdür!

Umut Karacaoğlu'nun ''Açlık'' adlı öyküsünü çözümleme denemesi

http://www.umutkaracaoglu.com/?p=1247

Engin Bey, öykü dersini anlatırken ''Bir öykünün önce başlığına bakın'' derdi. ''Başlık size ne söylüyor, önce bunu çözmeye çalışın''. Umut Karacaoğlu'nun 3 kısımdan oluşan bu öyküsünde de başlıkla işe başlamak lazım sanırım. Açlık üç bölümün de ortak başlığı. Farklı olan kısmına sonra değineceğim, şimdilik bir farklılık olduğu aklınızın bir kenarında kalsın. Açlık... Başlığı okur okumaz aklıma ilk düşen bedenimizin bizi zorunlu tuttuğu yemek yeme güdüysüydü elbette. Ancak öykü bu kadar basit olamazdı. Diğer bir ifade ile bir adamın açlığını, yeme ihtiyacını anlatamazdı. Bence anlatsa öykü olmazdı.

Bir açlık var öyküde burası kesin. Ama herkesin açlığı farklı bir şeye. İlk öykünün isimsiz kahramanı neye aç? İlk öykünün isimsiz kahramanı bir baba-oğul ilişkisine aç. Babasıyla bir ilişki kuramadığı anlaşılıyor. Mesafeliler. Ayda bir görüşüyorlar. Bir gün bu kayıp, var olmayan, sevgisi olmayan babanın evine gittiğinde babasının öldüğünü anlıyor. Ama bu ölümü kabullenmeye hazır değil. Bu yokluğu belki, ama ölümü asla. Çünkü babanın ölmesi demek, doyurulmamış olan baba-oğul ilişkisinin sonsuza dek doyurulmaması, adamın hep aç kalması demek.

''Serçe’yi bir ay boyunca babam beslemiş ve nereye bilmiyorum, yok olup gitmişti. o, ne isim koymuştu acaba? evinde tek bıraktığı şey serçe’ydi. babamın evini özlemişim...''

Babadan geriye babanın yerini alabilecek bir serçe kalıyor sadece. Bu nedenle serçe babayla özdeşleşiyor ve adamın hayatında önemli bir rol kazanıyor. Baba serçeyle ilişki kurabilmeli. Onunla anlaşabilmeli. Önce kahramanımız oğul olacak sonra baba rolüne o bürünecek ve kendi serçesini büyütecek. Burası önemli. Bundan sonra babalar ve oğullar serçe olarak karşımıza çıkacak. Doğmamış oğluna verebileceği en güzel besinle, kendine ait kuş yemiyle besleyecek. Onunla daha doğmadan ilişki kuracak. Ama bütün bunlar baba serçe cama çarpıp ölünce değişiyor. İsimsiz kahramanımız babasıyla kuramadığı ilişkiyi oğluyla da yanlış kuracak. Babasının ölümüne engel olamadığı gibi oğullarının ölümünün de nedeni olacak. Böylece hep aç kalacak.

http://www.umutkaracaoglu.com/?p=1254

Öykü aynı olayın farklı kahramanları gözünden anlatması üzerine kurgulandığı için bu defa karşımızda anlatıcı olarak isimsiz kahramanımızın karısı var. Karısının gözünden izlediğimizde kahramanımızın durumu daha bir anlaşılmaktadır. Aslında bu bölüm ilk bölümün bütün gizemini ortadan kaldıran bölümdür. Bütün çıplaklığıyla isimsiz kahramanın arızalarını okurun önüne serer. Peki bu ikinci hikayenin açı kimdir? Bu hikayenin açı elbette isimsiz kahramanın karısıdır. Ama onun açlığı bir baba açlığı değildir. Hatta buna tok olduğu söylenebilir. Sonra derece sağlıklı görünmektedir. Onun açlığını yaratan isimsiz kahramanın açlığıdır. Kahramanın kuramadığı ve teker tker öldürdüğü oğul serçeler kadının çocuk sevgisine açlığını doğurur. Kadın aç kalır ve bu açlığa dayanamaz ölür.

''sana son kez yazıyorum günlük. anlatacak gücüm yok. yaşayacak gücüm yok. bu yazıları biri bulup okursa, bilsin ki, yavrumu, kocam öldürdü. kendimi odaya kapadım ve polisi aradım. son yaptığım şey sana yazmak olacak günlük. hoşça kal, aynı pencereden ben de uçacağım.''


http://www.umutkaracaoglu.com/?p=1271

Bu öykünün biyolojik anlamda tek açı işte bu kedidir. Gerçek açlığın zorluğunu yaşayan odur. Tek derdi karnını doyurmaktır. Karnını doyurma yolunda bir adım attığını düşündüğü sırada ölür. Aslında belki artık o da açlığa dayanamamış, bilinçsiz bir ölüme gitmiştir.

''araba, kafatasını parçalayıp asfalta yapıştırdı.

  açlığı dinmişti.''

Öykünün ilk başlığının altında ''- aç karnına (ayna önünde) -'' ibaresi yer alır. İkinci başlığın altında ''- tok karnına (ayna ardında) -'' ibaresi vardır. Son bölümde hiçbir ibare yoktur. Neden? Sondan başlayalım. Kedi bu öyküye dahil olamadan, aynanın önüne gelemeden ölecek ve açlığını dindirecek. İsimsiz kahramanın karısı aynanın arkasından bütün olanı izleyecek. Aç kalacak ama kendi seçimiyle ölerek açlığını dindirecek. Aynanın önünde bir tek isimsiz kahramanımız kalacak. Aç ve yaşayan.

İlk okuduğumda ikinci bölümün fazla ipucu verdiğini düşünmüştüm. Ama son bölümle birlikte ikinci bölüm de bu sıralamayla anlam kazandı. Umut Karacaoğlu'nun eline sağlık.

Monday, January 4, 2010

Epikriz: Bir Yazarın Halet-i Ruhiyesinin Raporu

Bir süre daha izledik alevleri. “Karakterimi o odadan nasıl çıkaracağımı buldum” dedim.
“Nasıl?”
“Odayı yakacağım, hatta bütün binayı”.
“Yangın merdiveni var mı?”.
“Evet var”. (49)

Bir öykü kitabından beni şaşırtmasını beklerim. Herhangi bir biçimde yapabilir bunu. Anlattığı konu ilginç olabilir. Anlatım biçimi farklı olabilir. Öyküye başlayışı ya da öyküyü bitirişi vurucu olabilir. Ama mutlaka beni şaşırtmasını beklerim bir öykü kitabından. Epikriz, gerek anlattıklarıyla gerek onları anlatma biçimiyle uzun süredir beni şaşırtan nadir öykü kitaplarından biri oldu.  Epikriz, 1977 doğumlu genç öykü yazarı Tuncay Durmuş’un ilk kitabı olarak Mayıs 2009’da Minima Yayınları’dan çıktı. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi mezunu olan Durmuş’un daha önce öyküleri Bireylikler, Koridor, Lacivert, Ekin Sanat ve Yazı Hariç gibi edebiyat dergilerinde yayımlanmış. Sanat yaşamı sadece yazmaktan ibaret olmayan Durmuş, daha önce resimle ilgilenmiş ve eserleri çeşitli karma sergilerde yer almış. Artık yazmakla daha ilgili gibi görünüyorsa da yazarın hayatında resmin önemli bir yeri olduğu ve yazma edimini mutlaka bir biçimde resimle bağdaştırmak istediği anlaşılıyor. Daha kitabın kapağını gördüğünüzde bu isteği fark ediyorsunuz. Zira kapağı süsleyen resim de Tuncay Durmuş’a ait 2005 tarihli bir eser.
Resim, sadece yazarın hayatında değil, öykülerinde de önemli bir yer tutuyor. Hemen hemen her öyküde karşımıza bir resim ya da bir ressam çıkıyor. Bazı öyküler başlı başına bir ressam ya da resme adanmış.  Örneğin “Oda” bir ressamın öyküsünün anlatıldığı öykülerden biri: “Değişik ülkelerdeki sergilere katıldı. Büyük bir atölye aldı kendine. Geniş pencerelerdeki lekelerin arasına parmağıyla izler çizip, onlara bakıp hayaller kurdu. Yengeçlerin kızıl ve saldırgan oldukları duygusunu arttıran çalışmalarla doldurdu atölyesini.” (39) “Duygu”da karşımıza bir türlü güzelleşemeyen, farklı farklı şekillerde yapılan ama hep çirkin olan bir resim var karşımızda. Okur ister istemez bu resimin ne olursa güzelleşeceğini merak etmeden duramıyor öyküyü okurken.
Öykülerin konusunun yanında anlatımında da resim önemli bir ipucu. Durmuş, öykülerini görselliğe dayandırarak anlatıyor. Bir öyküyü anlatmanın çeşitli yolları vardır. Öyküdeki seslerden bahsedebilirsiniz, kokuları tanımlayabilirsiniz, kahramanın dokunduğunda hissettiklerini ya da sadece duygularını anlatabilirsiniz. Yazar, görselliği tercih etmiş. Âdeta sözcükleriyle resim yapar gibi öyküler kurgulamış. Örneğin “Savaş” adlı öyküsünün girişinde yer alan patlama sahnesi, ilk anda okuyucuda ses imgeleriyle tanımlanacağı izlenimini yaratıyor. Oysa yazar, patlamanın sesinden ziyade neden olduğu hareketler üzerinde durarak okuyucunun önünde sessiz ama hareketli bir sahne canlandırmayı tercih ediyor: “Patlamanın etkisiyle sallanan dolaba tutundu. Ampulleri telaş içinde önlüğünün cebine koyup koridora yöneldi. Kapıdan çıkarken hemşire Ruben’e çarptı.” (59)
Yazarın görselliğin bu kadar üzerinde durmasının bir nedeni de anlattıkları elbette. Sıradan bir öykü üslubunun çok dışına çıkan bir anlatımı var Durmuş’un. Öyküler çoğu yerde halüsinasyonlarla iç içe geçmiş. Bu halüsinasyonlar bütün canlılığıyla beliriyor gözümüzün önünde. Gerçekle gerçek dışının ayrımını yapmak zaman zaman zorlaşıyor. Sınırları belirlemek için sadece bir okuyucu değil, aktif bir okuyucu olmak, bütün dikkati kitaba vermek gerekiyor: “Matador arenadaki turunu tamamlamak üzereydi. Yerimden kalktım. Çıkışa giden merdivenleri tırmanırken sıkıntımın katlandığını hissediyordum. Sıçrayarak uyandım.” (54)
Bütün bu halüsinasyonlar elbette öykünün psikiyatri ile olan yakın ilgisini de kuruyor. Öyküler psikanalitik bir okumaya son derece uygun. Zaten neredeyse her öykümüzde psikiyatrik bir vakayla karşı karşıyayız aslında. Bu nedenle öyküleri okurken aslında büyük psikiyatri koğuşunda elimizde kamerayla dolaşıp her bir hastadan kendi öyküsünü dinliyormuşuz izlenimine kapılıyoruz. Her şey kitabın sonunda yer alan “Sorgu” öyküsünün dönüp dolaşıp o kamerayı kamerana çevirmesiyle berraklaşıyor. “Sorgu” okuyucu için bir anlamda bütün düğümlerin çözüldüğü, bütün öykülerin birbirine bağlandığı tek bir uzun öykü oluyor.
Kitaptaki bu görselliğin yanı sıra bir de öykülerde sürekli tekrarlanan bazı görsel imgelerden söz etmek lazım geliyor. 15 öyküden oluşuyor kitap. Öyküler aslında birbirinden bağımsız. Ancak kitabı okuyup bitirdiğinizde aslında bu öykülerin bu bir iki tema ve birkaç görsel imge vasıtasıyla birbirilerine bağladıklarını görüyorsunuz. Yazar, bu imgelerin okuyucusunun gözünden kaçmasını istememiş olacak ki bu imgeler kalınla yazılarak okura dikkatli olması yönünde âdeta bir işaret verilmiş. Örneğin korku bu temalardan biri. Korku sözcüğü nerede geçse koyu olarak yazılmış. Yazar sanki bize bu öykülerde çok korkan biri olduğunu hatırlatmayı hep istemiş gibi. Balık bir başka nesne sık sık karşımıza çıkan. Balık, bir çeşit yardım çağrısı gibi. Ölümle yaşam arasında sıkışan kahramanların hayata biraz daha tutunabilmeleri için sarıldıkları, günlerce ellerinden bırakmadıkları, sayesinde hayatta kaldıkları nesne, bir anlamda öyküler için yaşamın kaynağı. Odalar var sürekli sıkışılıp kalan, içinden çıkılamayan. Bu odalar kahramanla birlikte okuru da alıyor, içine hapsediyor. Bir tuz var, birilerinin yardımına koşan. Kırmızı bir tuz. Bunun işlevini bulmak okura kalıyor, ama tuz okuru öyküler boyunca yalnız bırakmıyor. 
Bunun dışında renkler var sık sık karşımıza çıkan: Mor, sarı, mavi, turuncu, kırmızı. Mor genelede bir beden olarak çıkıyor karşımıza, morarmış, soluksuz kalmış ölmek üzere olan bir beden. Sarı soluk, uzun çöller ve ölümü çağrıştırır bir renk: “Sarı en çok İspanyolca’da sarıya benziyor oysa!” (79). Mavi, bir öyküye adını verecek kadar önemli bir renk. Mavi, çelişkili bir renk. Bir yanıyla sonsuzluğun simgesi, gökyüzü, su, hayat. Diğer yanıyla hastane, hastalık rengi mavi. Öyküler boyunca bu iki uç arasında gidip geliyor mavi, ama yine de en çok hastaneye ait görünüyor.
Anlatımın bir başka özelliği satır aralarına gizlenen ironi. Özellikleri öykü sonlarında karşımıza çıkan ironi, öykünün o ana kadar üzerimizde bırakdığı bütün duyguları silip yerine bir farklı bir duygu bırakıyor. Bu noktada öykülerin genel olarak okurun üzerinde bıraktığı duygudan da söz etmek lazım sanırım. Her okur elbette kendi duygusunu alacaktır öyküden. Her okuyuş nev-i şahsına münhasırdır ve hiçbiri bir diğerine benzemez. Yine de kendi izlenimimi paylaşmam gerekirse bu öykülerde ağır basan en önemli duygunun hüzün olduğunu söyleyebilirim. Büyük duygu patlamalarına yer vermiyor yazar. Sürekli sakin bir hüzün söz konusu alttan alta sezilen. Bu hüzne eşlik eden bir korku var öykülerde. Tahminimce bu hüzün ortada böyle bir korkunun var olmasından kaynaklanıyor. Okur, okuduğu satırlarda böylesine korkan biri varken ona yardım edememenin hüznünü yaşıyor sanırım.
Epikriz, bir anlatıcının halet-i ruhiyesini gözler önüne seren bir öykü kitabı. Birbirine benzemeyen, ama birbirine aslında sımsıkı bağlı olan öyküler okuru halüsinasyonlarla gerçekler arasında ince bir çizgide dolaştırıyor. Farklı anlatımıyla uzun süredir öykücülüğün ihtiyaç duyduğu taze kanı sağlıyor. Son zamanlarda alışılmışın dışında bir öykü okuma deneyimi yaşamak isteyen bütün okurları çağırıyor kitap, hepsine açıyor kapılarını, odalarını, her kahramanının önce tek tek, sonra bir bütün olarak hikâyesine davet ediyor bizleri. Temennim Tuncay Durmuş’un bu kitabıyla sınırlı kalmayıp öykülerinin devamını getirmesi, farklı öyküleriyle okuyucusunun karşısına çıkmasıdır.