izleniyoruz

Wednesday, November 2, 2011

10 yıl...

10 yıl bir insanın hayatına yeterince kök salmak, o yaşamda ayıklanması zor izler bırakmak, beklenmedik zamanlarda ortaya çıkan imlerle açılan yarayı sızlatmak için yeterli bir süredir. Tam 10 yıl... İnsan, ne kadar temizlerse temizlesin, unuttuğu bir köşe bucak hep kalır.

Monday, October 17, 2011

Anımsama

Kişinin acılarını hatırlatan mekanizmalar dışarıdan öngörülenlerle pek örtüşmez. Hiç ummadığınız  sahneler, hiç ummadığınız noktalara isabet eder ciğerinizde. Hazırlıklı olmak deneyimle mümkün olurmuş gibi görünse de bu bir yanılsamadan ibarettir. Zira kişi anımsamaya engel olamaz.    

Sunday, September 18, 2011

Çakışma

Babam üniversitenin Kimya Mühendisliği bölümünde okuyan 20 yaşında bir delikanlıymış. Bol paça pantalonlar, dar gömlekler giyermiş. Modaya uygun olarak ensesine kadar uzattığı kumral saçları, elâ gözleriyle pek uyumluymuş.

Annem, küçük bir Karadeniz köyünün daracık kumsalın ve yamaçların arasına sıkışmış düzlüklerinde koşup oynayan kısa etekli bir kıza çocuğuymuş. Uzun gür siyah saçları, açık kahverengi gözlerini daha da ortaya çıkarırmış. Dudakları daha o zaman çok biçimliymiş.


Benim dünyaya gelişim ise henüz evrenin planları arasında değilmiş.


Sene 1964, İstanbul.


http://trofolo.blogspot.com/2011/09/istanbul-1964.html

Wednesday, August 24, 2011

Fuzuliyse...


Adını Fuzuli koymamızın bir nedeni vardı elbet. Pek bağlanmaya niyetli değildik, o yüzden baştan hayatımızdaki yerini belli edelim dedik. Hem şöyle bilmiş bir havası da yok değildi. Fuzuli miydi emin değildik ya, malumatfuruşluk da makbuldü nezdimizde. Lakin gel zaman git zaman bir şüphe düştü zatın fuzuliliğine dair. "Ya yeterince fuzuli değilse bu?" diye kara kara düşünmeye başladık. Zira bu önemli  bir sorundu. Yeterince fuzuli birini rahatça çıkarabilirdik hayatımızdan, ama aynı zamanda o kadar fuzuliyse hayatımıza kattığı çok şey var demekti. Nitekim iş döndü dolaştı Fuzuli'ye geldi:

Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefâ var
Aldanma ki şâir sözü elbette yalandır

Thursday, July 28, 2011

Romanya'nın Bünyemdeki Aduket Etkisi...

Ey kari,

Blogun giderek bir gezi bloguna dönüşmesine engel olmak istiyorum aslında. Zira ben burada gördüğün kadar gezen biri değilim ya da değildim, en azından son bir yıla kadar. Hayatının 29 yılını çeşitli miktarlarda (11 yıl doğduğun yerde, 7 yıl sevdiğin yerde, 12 yıl doyduğun yerde olmak üzere) güzide ülkemin en anlamsız kasaba ve şehirlerinde sabit kalmak suretiyle harcadıktan sonra ne oldu ben de bilmiyorum. Tamam, itiraf ediyorum. Tam bu noktada yalan söylüyorum, zira ne olduğunu gayet iyi biliyorum. Ama hayır, boşuna bekleme, bunu seninle paylaşmayacağım. "Çok da sikimde!" dediğini duyar gibiyim, deme öyle şeyler, ayıp oluyor!


Neyse kari, mevzu benim nasıl gezelek bir insana dönüştüğüm değil, mevzu Romanya'nın güzellikleri. Açıkçası yola çıkmadan önce pek bir ümidim yoktu kendisinden. Daha önceki deneyimler bunu işaret ediyordu en azından. Lakin Romanya beni şaşırttı. Evvela şunu söylemek lazım ki Bükreş güzel şehir. Mutlaka duymuşsundur, duymadıysan da şimdi duymuş ol, Paris örnek alınarak inşa edilmiş. O kadar ki Paris'teki Zafer Takı'nın bir kopyası burada da var. Şehrin "eski şehir" tabir edilen kısmına yakın bir otelde konaklıyorsan hem asıl cazibe merkezlerine hem de aslında lüks kısma yakınsın demektir. Bu bölgenin hemen sınırındaki bir otelde kalırsan eski şehre yürümek oldukça zevkli oluyor hem görsel açıdan hem de umulmadık sürprizler açısından. Mesela lüks bir mağazanın girişine oturmuş bavuluna oturttuğu köpek yavrularını okşayan yaşlı bir kadın görebilirsiniz. Sakın es geçmeyin, mutlaka verin 3-5 lei. 


Yemek konusuna gelince, aslında hemen hemen her yerde yemek yiyebilirsiniz. Pizzadan uzak durun, zira hiç gerek yok. Izgaralar (tavuk, kuzu, biftek) harika. Biberiyeli fırında patatesi de mutlaka deneyin. Sürpriz bir lezzet. Bunun dışında fırında mantar, zacuzca (patlıcan salata benzeri bir tat) güzel aperatifler. Biz rastgele girdiğimiz, üstelik birinden hiç ümidim yoktu, gayet memnun ayrıldık. Eğer bulabilirseniz La Mama'da mutlaka yeyin. Ortamı ve yemekleri güzel. Geleneksel Rumen mutfağını da deneyebilirsiniz burada. Çorba ifadesi sizi yanıltmasın. Çorba, bizim haşlamayı anımsatan bir yemek. Tek başına doyurucu ve son derece sağlıklı. İçindeki hoş baharat için denenebilir. Dolma ve sarmanın ortak olduğunu da hatırlatayım. Lakin baklavadan uzak durun. Zira baklavadan anladıkları işte bu ve pek bize uygun değil: 


Eski şehir denilen kısım trafiğe kapalı bir alan. Anladığım kadarıyla günün her saati şehrin nabzının attığı yer burası. Biz ordayken kanserli çocuklar yararına bir enstelasyon vardı. Uzaktan şöyle görünüyordu: 


Yakından ise böyle:


Dediğim gibi şehir sürprizlere çok açık gerçekten. En azından bizim gibi sokağın giderek rengini ve neşesini kaybeden bir memleketin evlatları için bunlar dikkat çekici oluyor cidden. Misal akşam 8-9 gibi papağanları omzunda, müzik kutusu elinde sakin sakin yürüyerek meydana gelen Çarli Çaplin kılıklı bu adam gibi:



Gece hayatı Bükreş'te son derece renkli. Bar, pub, iyi yemek isterseniz "eski şehrin" Nevizadeyi andırak kısmını tavsiye ediyorum. Sokak cıvıl cıvıl insan kaynıyor. Kadını erkeği, genci yaşlısı burada. Ha keza birası şarabı, bisikleti pateni. Burada yedin, içtin, biraz daha geç vakta kadar oyalanırsan, şöyle 01.00'e doğru The Vintage Pub'a uğra dans etmek için. Müzikler güzel, ortamda genç ve güzel insan nüfusu son derece yoğun ve en güzeli ahlaksızlık diz boyu. Çift gidersen takıl kafana göre, kimse "hop hemşerim, aile var" demiyor. Tek gidersen, eşek değilsen bulursun birini, telaşlanma.  The Vintage Pub da şöyle bir şey, (Salı giden olursa bilgi versin): 

O sokakta mutlaka Atelier de Caricature'ü görürsünüz. İçine mutlaka girin. Hatta bir de portrenizi yaptırın. Biraz sohbet edin. Paranız varsa tablo alın. Aklım kaldı...


Resimde gördüğünüz Horace Malaele'nin otoportresi. Bu atölyenin ortaklarından ve Romanya'nın önde gelen ressamlarından. Biraz daha incelemek isteyen şuralara bakabilir:

http://www.atelierhoratiu.ro/
http://www.negrescu.arts.ro/index.html

Bu atölyeden birkaç kare daha koymak istiyorum müsaadenle. Zira pek güzeldi.




Bunlara ek olarak, eski eşyaya ıvıra zıvıra meraklı olanlara Köylü Müzesinin yanında kurulan pazarı öneriyorum. Zira her çeşit malzeme bulmak mümkün. Üstelik son derece uygun fiyata. 2. Dünya Savaşı'ndan arda kalanlardan, bibloya, eski dolma kalemlerden pipoya, kitaptan yüzüğe ne ararsan var. En meraksızına bile ilginç geleceğine eminim. Cuma, cumartesi ve pazar günü kurulduğunu söylediler. Ben pazar günü gittim. Diğerleri için garanti veremem.




Velhasılıkelam Bükreş bence güzel memleket. Yeterince beklerseniz gece yarısı araba camlarına şöyle şeyler de yapıştırıyorlar. Meraklısını cezbedebilir. 

"Mevsim yaz, Bükreş'ten sıkıldık" derseniz 4 saat mesafede Köstence sahili sizi bekler. Karadeniz olmasına rağmen denizi güzel ve sakin. 

Lakin bünyemdeki aduket etkisinin sebebi yukarıda saydıklarımdan hiçbiri değil, ey kari. Bütün sebep işte şu amblem, ben ne düşüneceğimi bilemedim, biraz da sen düşün:

Thursday, June 9, 2011

Paris'te İki Gece

Sevgili kari,

Bilir misin bilmem ama rabbin bu kuluna lütfetti de kendisini 13 yıl önce kalbine aşkı düşen memlekete nihayet 2011 Nisan'ında gönderdii. Evren gönderenden razı olsun. Lakin Paris bir acayip memleket kari. Tek başına keyfi var da insanın yüreği illa bir sevdiği yanında olsun istiyor. Kim olduğunu kendime saklayayım ya, olsa ne güzel olur. 

Güzel memleket, sözüm yok. Her yanı bir kartpostal âdeta. İnsanın deklanşöre basası gelmiyor, çünkü çıkan  çerçevenin elindeki uyduruk makine ile asla gördüğüne tekabül etmeyeceğini iyi biliyor. Yine de size bu aciz seyyahınızın ilgilisini, alakasını yansıtan karelerle bir Paris göstereceğim. 

24 saatin sonunda nihayet deklanşöre bastığımda çektiğim ilk kare şuydu: 



Evet, bir at maketi. Atlar güzeldir. Fazla söze gerek yok. 

Bir Sacré Couer gerçeği var elbette ama bence ondan güzeli şu şekerleme dükkanıydı. Bir çizgi filmden fırlamışcasına...



Ayrıca şu meydan da Sacré Couer'den daha gerçek olabilir. Soldaki büyük ağacın altında oturanlar Senegal'den bizim çocuklar. İplerle bileklik yapmak için insan kovalıyorlar. Ben de yaptırdım bir tane. Senegali birleştiren, bizi bölen renklerde. Sağ tarafta atlı karınca. Bütün renkleri ile bu gri dünyanın içinde bana "gel" derken...



Sacré Couer'ün 300 karanlık ve dar basamak tırmanılarak çıkılan kubbesine de tırmandım. 



Ama itiraf ediyorum sürekli yükselen o merdivenlerde bir süre sonra tek başıma korktum. Klostorofobiye ramak kaldı. 



Dönüş yolunda kendimin de memlekette sık sık ziyaret ettiğim bir yer gördüm: Kuş hamamı. 


Ve bir klasik: Moulin Rouge. Hâlâ kulaklarımızda çınlıyor değil mi o şarkı: Voulez-vous coucher avec moi, ce soir? Yatamadan geldik, o ayrı. 

Şarkı şurda:
Fotoğraf da burda:



Müzeler görülesi elbette. Musée d'Orsay'in içine girmek mümkün olmadı. Bahçedeki hayvanları ile haşır neşir oldum: 





Lakin D'Orsay'in mağazasına girmek mümkün oldu. Ve bakın en buldum:



Bilmeyenler için tercüme: "Okuyan Kadınlar Tehlikelidir." Kendi adıma şeref duydum efendim. 

Her memleketin kendine göre bir dilek ağacı ve çaput bağlama geleneği varmış. Bunu öğrendim Paris'te. Renkli ve güzel görünüyorlar. Akıl edenin aklına sağlık.



Kitapçılar ve kitaplar her daim ilgimi çekiyor. Aksi mümkün değil ne yazık ki. Ama bir vitrine bakıp şu kitabı görünce gülümsemeden edemiyorum:


Fotoğraf flu ama koymadan edemedim. Eğer kitapçı açık olsaydı, "Egoiste" kesinlikle Fenasi K.'e hediye edilecekti.  

Kitapçı sevmemin bir nedeni de bu işte. Kepenkler bile bir başka dünya.



Memleket pek artiz, uyarı işaretleri bile afili.



Son tavsiye: Hiçbir müzeye gitmeyebilirsiniz, ama Rodin Müsesine gidin. Bahçesi etkileyici. Heykeller baştan çıkarıcı ve kesinlikle insana sevişme isteği veren cinsten. Müze meraklısı olmayabilirsiniz, ama bunu atlamayın. Pişman olmayacaksınız. 

Müzenin bahçesinden:



Dikkat, edepsizlik diz boyu:





Bir daha gitmek nasip olur mu bilmem, ama gördüğüm kadarı bile güzeldi. Size şehrin karanlık yüzünden bir şey gösteremiyorum zira zaman çok kısıtlı ve bağlantılar zayıftı. Artık onu da siz buluverin. 

Saturday, May 28, 2011

Mutluluk...

"Bana mutluluğun resmini yapabilir misin Sütlükahve?"
"Elbette. "

                                     Sütlü Kahve          Tütün Expertizliği      Küba         12

Thursday, May 26, 2011

Kaderin ufak çaplı ayak oyunları

İroni nedir sorusuna verilebilecek binlerce cevaptan biri, "sosyal medyadan elinizi ayağınızı çekmeye karar vermenizin üstünden henüz 60 saat geçmişken, fi tarihinde kaydolup kaydoluğunuzu bile unuttuğumuz bir mecradan kabul mektubu almanızdır"olabilir. İroni bu haliyle (Sahi Alfred, neden ironi diyoruz? Türkçesi yok mu bu meredin? Yoksa ironisiz hayatlara mı mahkumuz biz?") az rastlanır, rastlanınca da kıymeti bilinmesi gerekir bir hâldir.

Wednesday, May 25, 2011

Senden daha güzel...

Sene 1995
"Sütlükahve, sen çocukken çok güzel bir kızdın. Neden büyüyünce çirkinleştin?"
Baba


Sene 1998
Hayran olunan edebiyat öğretmeni:  "Güzellik kavramı göreceli midir çocuklar?"
Sütlükahve: "Evet hocam, elbette."
Hayran olunan edebiyat öğretmeni: "Peki sen hangi güzellik yarışmasında sana benzer birinin kraliçe seçildiğini gördün Sütlükahve?"
Sütlükahve: "..."
Hayran olunan edebiyat öğretmeni: (Antik Yunan'dan beri estetik güzellik kavramının değişmediğinden uzun uzun dem vurduktan sonra...) "Üzülme Sütlükahve, bodur tavuk her dem piliç."

Sene 2003
Hayran olunan sosyoloji profesörü: "Gürcü kızları çok güzel oluyor."
Sütlükahve: (İşi şebekliğe vurarak) "Sağolun hocam."
Hayran olunan sosyoloji profesörü: "Yani sen de güzelsin ama çok güzelleri var cidden."

Sene bilinmez.
Kişinin önemi yok: "Çok güzelsin."
Sütlükahve: "Siktir git lan!"

 P.S. Müyap beni de tehdit et!

Monday, May 23, 2011

Nâme IV

Sevgili dostum,

Mektubumun çok geciktiğinin farkındayım. Takdir edersin ki senin gönderdiğin son mektup kişinin okuyup bir anda hazmedebileceği ve ardından uygun cevabı yazabileceği cinsten değildi. Canın sağolsun. Bir bütün hâlinde anlayıp sindiremeyeceğimi fark ettiğim andan beri kelime kelime okuyorum mektubunu. Ancak bitti. Üzerimdeki etkisi, pek sevgili amcamın Beşiktaş her mağlubiyet aldığında sıraladığı yaratıcı küfürlerinden en sevdiğimi ağız dolusu yüzüne haykırma isteğiydi: "Tatlı yerini öptüğümün çocuğu!" Evet doğru anladın, anan tatlı sen değil. Mektubu, 13 Mart'ın bitimine sadece dakikalar kala göndermiş olmam benim arızalarıma, saplantılarıma ve travmalarıma işaret eder elbette ama senin bu gerçeği tam da ben unutmak için bu kadar gayret sarf ederken yeniden hatırlatman senin hangi vasfınla açıklanır onu bilmiyorum işte. Canın sağolsun... Ne yaparsan yap sonunda sana vasıf olarak "dostum"u seçiyorum.

Sana bugün oyundan bahsetmek istiyorum. Oyundan ve oyun oynamayı uzun süre önce unutmuş bir memleketin evlatlarından. Bütün o evlatlar arasından babam nasıl oldu da çıktı bilmiyorum ama zekasına ve yaratıcılığına en çok güvendiklerimin bile benim oyunlarımı hiç anlayamamaları, her şeyi son derece ciddiye almaları benim insan neslinin devamına ilişkin düşüncelerimi karartıyor. Tamamen sessizleştiğimiz bir anda "Adını ne koymuşlar?" soruma ciddi ciddi cevaplar arayacak olanların varlığıyla yaşamak denen bu zorlu süreçte ne kadar daha ilerleyebilirim? Ayrıca "öğreneceksiniz" dediğim de beni gerçekten öğretecek bir mevki zannedip egolarına hakaret edildiğini tasavvur edenlerin Kaf Dağı'ndaki burunlarının ardındaki görmek için parmaklarımın üstüne yükselmemin işe yarayamacağından da eminim. Zaten genel olarak parmaklarımın ucunda yükselmemin bana pek bir faydası dokunmadı şimdiye kadar. Bilirsin, en az saçım kadar kısayım...

Yine bir yerlere gidiyorum bu hafta sonu. Kart atıyorum gittiğim yerlerden ama senden ses çıkmadığı için gelip gelmediğini anlamıyorum.

Daha oyunlu yaz, olmaz mı?

Baki selam

sütlü

Friday, May 20, 2011

İpin gerilimi

İlk ne zaman yaşandı o gerilim? Kesin olarak hatırlayamıyorum. Ocak ortalarıydı sanırım. Başvuru zamanları yeniden yaklaşırken, dahası tez milim bile ilerlemezken, ben ağır bir suçluluk duygusunun altında aslında bir çeşit "yaşı büyük" arkadaş gibi gördüğüme biraz fazla yakınmıştım sanırım. Yakınmalarımın zihninde oluşturduğu imajın ne olduğunu, o gün ofiste uzun zamanlık tanışıklığın ardından ilk kez tanık olduğum kızgın yüz ifadesine bakarken ve genellikle gülümserken alışık olduğum dudaklarından öfkeli bir ses tonu ile "sen söyleyemiyorsan, ben gidip konuşurum!" sözcükleri dökülürken anladım. Anladığım şeyden hoşlanmadım. Önce şunu uyguladım: Bir süre, bir ay kadar, ortalarda görünmedim. Gitmedim, gelmedim, kaldı ki kendimi bile sevdiğim diğer bazılarından mahrum ettim. Baktım dönünce de değişmiyor durduğu nokta,  taktik değiştirdim: Uzun uzun ve zamana yayarak konuşup kendimi anlattım. Ben, ben olduğum, ben böyle olsun istediğim için mevzunun böyle olduğuna; benim var olan içinde aslında ne kadar mutlu olduğuma -ne kadar dil döksem de- ikna edemedim. Nihayetinde gözündeki yerimi iyice açık eden sözcükler döküldü ağzından: Köle. Benim sevgi, saygı, öğrenmenin keyfi ve en önemlisi benim isteğimle inşa ettiğim ilişkiyi basit bir "köle-efendi", bir "emir-komuta" zincirine indirgedi. İtiraz etmedim: "Köleliğimden memnunum, efendime dokunmayın" dedim. Güldü. Ben de güldüm. 

Şimdi ne o beni kendi istediğine zorlamaktan geri duruyor ne de ben istemediğim bir yola girmeye direnmekten vazgeçiyorum. İp ne kadar daha gelir, kopar mı esner mi merak ediyorum. 

Wednesday, May 4, 2011

Tesadüf

Tesadüf dediğiniz şey, bir gavur elinden henüz döndüğünüz evinize doyamadan bir başka ele seyahat etmek üzere eşyalarınızı hazırlarken, konuşmanızda "belki referans olarak kullanırım" düşüncesiyle elinizi attığınız ve şöyle bir karıştırdığınız Susan Sontag'ın Başkalarının Acısına Bakmak adlı kitabının sarı sayfalarının arasından uzun zaman önce kaybettiğinizi sandığınız - hayır, kendisini değil, kendisini uzun zaman önce kaybettiğinizi ve yeniden bulacağınız yerin bir kitabın sarı sayfaları olmadığını zaten biliyorsunuz - annenizin eskimiş, siyah-beyaz ama sizce en güzel  fotoğrafının çıkmasıdır. Üstelik "Anneler Günü" denilen o yaraya tuz güne az kala.


Sunday, March 27, 2011

Su böreği

Annem çocuk eğitiminde "bırakınız yapsınlar" felsefesine gönül vermiş biriydi. Bu bağlılığın en önemli temelini elbette neredeyse sonu gelmezmiş gibi görünen sabrı oluşturuyordu. Kendisinden gayrısına karşı takındığım bütün huysuzluklarıma rağmen annem beni sadece bir kere dövdü. O da popoma atılan şaplaklardan ibaretti. Kardeşim bu kadar şerefe bile nail olamadı. Bazı insanlar şanssız doğar. Oysa hepimize alenen bildirdiği üzere iyileşse ilk işi kardeşimi dövmek olacaktı (zira ben huysuzlukta +1 isem kardeşim +5 idi). Belki sırf yukarıdakinin kırk yılın başı çocuğun tekine acıyacağı tuttuğu için annem iyileşemedi.

Ne anlatacaktım ben? Tamam, hatırladım. Çocuk yetiştirmedeki maharetinden söz edecektim. Gerçekten üstat mertebesinde bir anneydi kendisi. Çocuk psikolojisinin bütün inceliklerini çözmüş, normal şartlarda biz onu parmağımızda oynatmalıyken o bizi istediğini yaptırır hâle getirmişti. Bu çağda bulunmaz bir nimet gerçekten.


Bir pazar sabahı bu aklıma şuradan geldi. http://twitter.com/ugurgucarslan diye bir arkadaş var cıvıldaştığımız mekânda, sürekli bize aslında nasıl çocuklar olduğumu hatırlatıp duruyor. Oradan hatırladım ben de. İlk seferinde "ben de gelecem" deyince annem itirazsız beni de götürmüştü arkadaşlarıyla yaptığı güne. Sonraki seferde ilk ziyaretin sıkıcılığına rağmen aklımı çelen bir cazibe unsurunun varlığı gözünden kaçmadı. Teklifini yapıverdi: "İstersen sen gelme ama ben sana su böreği getireyim."


O günden sonra ben annesinin pazar günü gittiği günden elinde su böreği ile dönmesini bekleyen çocuk oldum. En azından bir süre...

Friday, March 25, 2011

Çocuklar geliyormuş...

Bizim evde - gerçi bizim evin sınırlarının ve ailenin kapsamının da ayrıca açıklanması gerekir ya neyse, kısaca "geniş" diyeyim ben, siz anlayın - "çocuklar geliyormuş" sihirli bir cümledir. Bu cümlenin çıkışı, benim 1996'da haftasonları dershaneye gitme gerekliliğimle yaşadığım şehirden eve gelişlerimin uzun ve resmî tatillerle sınırlanmasına tekabül eder.  O zamanki hâli "sütlükahve geliyormuş" şeklindeydi. Uzun süre bu şekilde kullanılagelen cümle, hem mecazen hem de gerçekten bir bayram havasına gönderme yapardı sıklıkla. Bayram seyran ve düğün cenaze ikililerinden birine denk gelirdi gelişlerim. En çok kardeşim beklerdi. Saat sayardı. Evet, gerçekten son hafta önce günleri, son iki üç gün kala da saatleri sayardı. Kardeşimin saatleri sayması, 2002 yılında yanıma taşınmasıyla bir nebze yatıştı. Lakin bu defa babaannemin gözlerini yollardan almak mümkün olmadı. Sürekli sorusu "çocuklar ne zaman geliyormuş" oldu. Hayatı boyunca kesintisiz birlikte geçirdiğimiz üç beş günlere rağmen bize hasreti hiç bitmedi. "Çemi gogo, çemi lamazi gogo" ve "ekizlerim benim" cümleleriyle bizi sevmekten ve özlemekten hiç bıkmadı. Ama doğrusu galiba hasreti aslında bize değildi.

Babaannem bir süre sonra aramızda altı yaş olan kardeşimle bana neden "ikizler" demeye başladı, ne zaman başladı hatırlamıyorum. Belki kardeşimin boylanıp poslanıp zaten minnacık olan bana çatması, hatta belki biraz geçmesidir nedeni. Belki de baktığında gördüğü teklik ve ikimize ayrı birer kader tayin edememesindendir.


İşin ilginci bir noktadan sonra biz kardeşimle gerçekten bir çeşit ikiz gibi olduk. Her işi birlikte yapmak gibi anlamsıztan söz etmeyeceğim elbette ama demek istediğim canımın yandığı yahut mutlu olduğum her anda ben yanımda kardeşimin olmasını hayal eder hâle geldim. Sanıyorum ki benzer bir süreç onda da işledi. Hayatımızdaki diğer insanlara (dostlara, arkadaşlara, hocalara, sevgililere vs.) rağmen özünde ben her yolculuğa önce kardeşimle çıktığımı hayal ediyorum. Kimse de yadırgamıyor bunu. "Neden yadırgasınlar?" sorusu geçebilir elbette aklınızdan. Bu soruya cevap olması için size uzun uzun ailenin dinamiklerinden, muhafazakarlığından, erkek egemenlikten, bizden başka ailenin hiçbir kadınının/kızının tek başına hareket etmemezliğinden ve daha nice şeyden söz etmek lazım ama etmeyeceğim. 


Geçen cuma günü her zamanki vesile ile memlekete gitmek icap etti. Uzun zamandan sonra kardeşle... Evin yedek anahtarı yanımızda olmadığından ve sabahın altısında anahtarla kapıyı açmak suretiyle evde uyuyanın yüreğine indirmemek için babamın karısına ulaşmaya çalıştım. Olmadı, ulaşamadım. Apartmanın her katında geniş ailenin bir ferdi oturduğundan alt katı arayıp "biz geliyoruz, haber versenize yukarı" dedim. Ve adım kadar emindim ki benim o telefonum bizim ailede kulaktan kulağa "çocuklar geliyormuş" şeklinde fısıldandı. Çocukları ağırlama telaşına düşüldü. Hani hemen döneceklerse alışılageldiği üzere "ne katsak?" kaygısı yaşandı. Değişmez olarak benim için su böreği, kardeş için sarma hazırlandı. O cumartesi sabahı bizim evde yine hem bir cenazenin burukluğu hem çocukların gelişinin mutluluğu yaşandı. 


Bazı şeylerin hiç değişmeyeceğini hissedip ürperdim. 

Sunday, March 13, 2011

Nâme III

Sevgili dostum,

Gördüğün gibi bu mektubu sana 14'ünde yazıyorum. Evet, 13'ünü atlatmayı başardık. Amerikan filmleri gibi değil mi? Değil. Bildiğin 13 Mart işte. Günlerden Cuma mıydı? Yok artık daha neler... Bu kadar klişeye düşemez. Değildi zaten. Neyse sana bundan bahsetmeyeceğim. O yüzden 13'ünde değil, 14'ünde yazıyorum.


Cevaplarını kabul etmiyorum. Önce bununla başlayalım. İnsanın bazen kendine yardım edesi gelmez. Kendine yardım edecek gücü ve dahi isteği de bulamadığından lakin yardıma duyduğu karşı koyulmaz, kaçınılmaz, zaruri ihtiyaçtan dolayıdır ki kalkıp bir bardak su bile içmek istemediği zamanlarda üşünmeden dostuna mektup yazar ve - bütün tıynetine aykırı olmasına rağmen - ayan beyan yardım istediğini söyler. Böyle durumlarda senin verdiğin cevabı vermek, en iyi ihtimalle okkalı küfre layık dokuz kusurlu hareketten ilkidir. Beni sana küfretmek zorunda bırakma.


Ayrıca cahilliğimle dalga geçmen de hoş olmadı doğrusu. Nereden bileyim ben Juan bilmem nenin aslında başka işler peşinde olduğunu. Ama bak ne diyeceğim. Bu defa Alejandro D'Alberia mesaj attı. Hemen dalga geçmeye hazırlanma. Bunu tanıyorum. Toplantıların birinde denk gelmiştik. Hatta ilk mesajı ben attım. İspanya'nın küçük bir kasabasına davet etmiş. Olur gelirim, dedim. Yani giderim bence. Biliyorsun Selinovski Kuzey Kutup Çizgisi'ne gitti. Ondan önce de dünyanın öbür ucuna gitmişti. Demek ki gitmek çok da zor bir olay değil. Neyse sana oradan kart atarım artık. 


O da değil de başka bir şey soracağım sana. Gitmek deyince geldi aklıma. Bu dünyadan gidişine bir iki saat kalmışken insan, neden "canın acıdı mı?" diye sorar. Yok, bahsetmeyeceğim merak etme. 20 yıl olmuş. Bahsedilecek bir yanı kalmadı.


Baki selam.


sütlü

Wednesday, March 9, 2011

Nâme II

Sevgili dostum, 

Mektubun geldi. Bir kere daha anladım ki sen su katılmamış bir pezevenksin. Evet, öyle. Zira müşgül durumda kalmış bir arkadaşının yardım çığlığına bu derece post-modern bir cevap vermek ancak bununla açıklanabilir: 


"Artılar ve eksiler listesi yapmanı öneririm. Ardından hayatında artı olarak gördüğün her başlığın yanına bir açıklama getir. Neden artı bu değer? Ona sahip olmak hayatına ne katıyor? Sonra eksileri açıkla aynı biçimde. Bu eksiklikler seni gerçekten bir şeylerden alıkoyuyor mu bir bak bakalım. Ve en nihayetinde bu iyi hâli korumanın, eksiklikleri ise gidermenin yollarını ..."


diye devam eden bu cevabını yazdığın o kağıdı alıp uçak yapmak istedim. Sonra yaptım. Fazla uçmadı. Mecbur gidip aldım. Mektupları biriktirdiğim dosyaya koydum. Peki sen ne zaman "kendi kendine yardım" kitapları gibi konuşmaya başladın? 


Bugün Juan Fernandez bana mail atmış. Adı hiç yabancı değil. Tanıştığımızı hatırlar gibiyim ama yüzünü tam olarak çıkaramıyorum. Neyse... Hayatımdaki cinsel enerjinin yeniden ortaya çıkarılmasının aslında her türlü boka püsüre iyi gelip beni iyi hissettireceği yollu bir şeyler karalamış. Cinsellikle ilgili sorunlarımdan nasıl haberi oldu bilmiyorum ama haklı olabilir. Sevgili önce "başım ağrıyor", sonra "bahar yarın gelecekmiş" diye beni kandırdığından  beri ruhen çöküntüdeyim. Sanırım sevgiliyle cinsel hayatımızın sonuna geldik. Bunda sonra bu yolda kardeş kardeş yürüyeceğiz.


Konumuz bu değil. Sen Juan Fernandez'i tanıyor musun diye soracaktım. Tanıyorsan bana da hatırlat kim olduğunu, zira hatırlamaya çalışmaktan beynim aktı. Önce sol lobu... Yavaşça burun deliklerimden dışarı süzüldü. Beynimin o resimlerde gösterilenler gibi pembe olduğunu sanırdım hep. Oysa sümük yeşiliymiş. Bilimadamlarının böyle bir ayrıntıyı gözden kaçırmalarına inanamıyorum. 


Bugün çok kar yağdı burada. Öğleden sonra çıkıp uzun bir yürüyüş yaptım. Hani benim evin yakınlarında büyük bir park var ya, orada yürüdüm işte. Kocaman bir kangal gördüm. Çok mutluydu. Karın üstünde koşturup durdu. Oturduğum ıslak banktan uzun süre sağa sola seğirtmesini seyrettim. Bu da büyüktü, ama Büyükada'da gördüğümüz akbaş kadar değil. Gerçekten o köpek ne büyük ve ne uysaldı... Saygı duymamak elde değil.


Belki yağmur da yağar 13üne doğru, ne dersin? Âdettendir.


Baki selam...


sütlü 

Friday, March 4, 2011

Nâme

Sevgili dostum,

Bir süredir pek bir değişiklik yok buralarda. Baharın gelişinden söz edenler var, hatta bugün ben de bazı emarelerini görür gibi oldum. Lakin güvenmemek lazım. Malum aylardan Mart. Son derece kararsız bir ay. Sabah yaza uyanıp ertesi gün kışın ortasında buluverirsin kendini. Mart ayında doğanların dengesizliği de bu ayın doğasından mı kaynaklanır bilmem ama var bir örtüşme.


Doğrusu ya, ben Mart'a nasıl geldik onu da anlamadım. Geçen Şubat'ta uyandıktan sonra şu ana dek yaşadıklarıma akıl sır erdiremiyorum cidden. Şimdi sana yaşlanınca zamanın daha hızlı geçtiğinden bahsetmeyeceğim ama zaman konusunda gerçekten bir ibnelik söz konusu. Kafasına göre akıp kafasına göre durması insanları çok zor durumda bırakıyor bence. 


Misal ben... Zamanın akışına uymayı, en azından benim için belli bir ritimde akmasını sağlamayı başarabilseydim, bir şeyler daha farklı olabilirdi sanki. Ne farklı olurdu desen verecek cevabım yok gerçi ama bu hissiyattan da bir türlü kurtulamıyorum. Daha doğrusu  18 yıl önce hayal ettiklerimin bugün elimin altında olmasına anlam veremiyorum 
sık sık. Belki de en anlam veremediğim 18 yıl önce gerçekleştiğinde çok mutlu olacağına canı gönülden inandığım durumun içinde kendimi bulduğumda bir yandan ölesiye mutlu diğer taraftan kendini öldüresiye bezgin ve bitkin hissetmem.  Sebebi nedir dersin?

"Aç gözlü kapitalist ve konformist bir it olman!" 


dediğini duyar gibiyim. Haksız sayılmazsın. Fakat teşhisi koymak tedavi yolunda bir adımmış gibi görünse de benim için bir boka yaradığı yok. Dolayısıyla senden daha işe yarar, daha doğrusu tatbik edilebilir çözüm önerileri bekliyorum.


Şimdi bir arkadaştan telefon geldi. İlla sıcak şarap içelim, diyor. Yok, dedim, savuşturmaya çalıştım ama yemedi. Mecbur çıkıyorum. Sana artık "hayır" diyebildiğimi, meğer başından beri diyebildiğimi, ama karşı tarafın bunu anlamadığını söylemiş miydim? Hah, bu iyi bir örnek işte. Bence insanlara, genç dimağlara önce bu öğretilmeli: "Hayır", net bir cevaptır. Lütfen ısrar etmeyiniz. 


Şimdilik bu kadar, gene yazarım. 


Baki selam...


sütlü

Saturday, February 19, 2011

Baş-vuru

Önce epey efelenmiştim. "Ret ederlerse etsinler, bir daha başvurucam" demiştim ya şimdi tam da o aşamaya tekrar geldiğim noktada bütün cesaretimin kırıldığını hissediyorum. Araştırma önerisinin her cümlesinde berbat ama bitmek bilmeyen mülakatın her dakikası tekrar tekrar canlanıyor zihnimde. En büyük vurgu "yapamazsın!" üzerine. Kendimi yapabileceğime inandırmak için giriştiğim mücadelelerin tamamından yenik çıkıyorum şu ara: "Yapamazsın!"

Ret edilmek bizim aşamamıza gelmiş kişiler için pek sorun değildir aslında. Zira artık mevzu sizin niteliklerinizin ötesine geçmiş, bir tercih meselesine kalmıştır. Kurumların, kuruluşların, komitelerin sizin bilmediğiniz bir gündemleri olabilir. Bu nedenle sizi değil de o adayı desteklemeyi tercih edebilirler. Mevzu aslında basittir, 3-5 soruda istediğiniz cevabı almadıysanız adaya teşekkür eder, kendisini gönderirsiniz. Sonra da seçilmediğinizi size bir e-posta ile bildirirler. Bunu da bütün kırgınlığınıza rağmen olgun bir biçimde karşılamayı bilmeniz gerekir.

Lakin ne yazık ki işler her zaman öyle yürümez. Bazen bütün var oluşunuz o anda karşısında mülakat verdiğiniz kişilerin öfkesini çeker üstüne. X üniversiteli olduğunuz, y bölümünde okuduğunuz, z hocası referansınız olduğu, w ekolünden geldiğiniz veya herhangi bir ekole tabii olmadığınız için sizi acımazca eleştirmeye, bütün o sıfatlara duydukları öfkeyi size kusup o öfkeyle sizi parçalamaya yemin etmiş gibi bir tavır takınırlar. İşte burada mantıklı bir açıklama arar ve bulamazsınız. Hatayı kendinizde arar, bir hata göremezsiniz. Hatalı bile olsanız o muameleyi hak edecek ne yaptığınızı bilemezsiniz. Öylece kalakalırsınız.

"Unuttum", "hatırlamıyorum", "umursamıyorum", "yine de başvurucam" söylemlerinize rağmen o kalakalmışlıktan kurtulamazsınız.

Haydi selametle...

Saturday, February 12, 2011

Nizam-ı Mülk

Diğer bir ifade ile işbu mekânda geçerli olan davranış kuralları. Şöyle bir düşünceniz aslında öyle ya da böyle gerçekten her ortamın bir kuralı olduğuna siz de hak verirsiniz. O kuralların bazılarını tartışmaya açmak, yeniden yazmak mekâna ve sizin mekândaki konumunuza göre elbette mümkün olabilir. Bazen olmayabilir. 

Buraya kadarki "mekân" sözcüğü ister istemez bize somut bir alana işaret ediyor gibi görünüyor. Ev, iş, okul, sinema, konser salonu, kütüphane, devlet dairesi vs. Oysa işler bir süredir değişti. Sanal alem çıktı mertlik bozuldu. Alem sanal olunca kurallar da değişti... mi? 


Değişmiştir tabii. Sondaki "mi?" yazıya retorik bir süs vermek amacıyla katıldı. Fakat ben bugün şöyle bir şey gördüm: "
sizin gercekten o.h. oldugunuza inanmiyorum, bu kadar ilgisiz duvar gibi olmaz bi insan hayranlarina, hoscakalin..." O.H. sevilen bir müzik icracısıdır. Facebook'ta kendisine bu mesaj iletilmiş, o da ne yapacağını bilemeyip ulu orta sormuş ne yapayım diye. Bir de eklemiş "evet ben böyleyim, duvar gibi"

Şimdi efendim elbette mekânın kuralları vardır da bir de insanın karakteri vardır ki onun mekânın kurallarıyla pek alakası yoktur. Mekânın kurallarının hayranlarla içli dışlı olmayı gerektirmesi şimdi bu beyefendiyi bu aracı kullanmaktan men mi etmeli? Öyle ya kendisi "öyle biri" olmakla mekânın kuralına baştan muhalif zaten. 


Naçizane fikrimi söylemem gerekirse ben öyle düşünmüyorum. İçine karşısında olmadığım bir düşüncenin bulaşmadığı bir nesne, alan kalmadı gibi. Neresinden tutsam ayıklamak mümkün değil. Toptan ret edeyim desem o mümkün değil. Matrix'in dışına çıkmak ancak Neo'ya özgü bir lüksmüş, o da yine bir başka sanal alemde. Mevzu bence, olduğuna ve inandığına en uygun hâliyle buralarda bulunabilmek. 


Hamiş: Yorumu yazan arkadaş kimdir bilmiyorum ama bilsem şu soruyu sorardım: "Bu kadar mı şuursuzsunuz ki 'hayran' olduğunuz adamın daha ne yapıp ne yapamayacağını kestiremiyorsunuz? Tebrik ederim."

Wednesday, February 9, 2011

Dünya insanı...

O okuldan ayrılmaya karar verdiğimde oraya geleli henüz 4 ay olmuştu. Buna rağmen devlet okullarında pek nadir görülen bir mucizeyle 3 ay sonunda ben kadrosu gelmiş bir asistandım. Okul, Bâb-ı Âlî'nin en gözde okuluydu. Bölüm, internette sayfası incelendiğinde vaat ettiği "interdisciplinary" çalışma ortamıyla son derece "fancy" görünen bir bölümdü. Bu şartlar altında dışarıdan bakıldığında gitmek için bir neden yoktu. Bu nedenle bölüm başkanına istifa etmek ve kaydımı dondurmak istediğimi söylediğimde kendisi şaşkın gözlerle bana bakıp harika bir bölümde doktora programına, sonra asistanlığa ve dahası yer altında konuşlanmış sekiz kişilik yurt odasına (!) kabul edildiğim hâlde neden gitmek istediğimi anlayamadığını ifade etti. O an yanı başımızda oturmakta olan bölüm başkan yardımcısı "Rekabet mi zor geldi?" diye sordu. Anlamsız gözlerle baktım kendisine, rekabetin değil rehavetin zor geldiğini söyleyecektim. Sustum. Tam da bu suskunluk anında bölüm başkanı yeniden konuşmaya başlayıp aynen şöyle dedi:

"Böyle işte sütlükahve. Demek ki sen de bir dünya insanı değilsin. Bazıları senin gibidir. Yaşadığı şehirden, alıştığı düzenden koparamazsın. Bazıları vardır dünya insanıdır. Nereye koysan oraya uyum sağlar, orayı benimser ve kendinin kılar. Sen onlardan değilsin işte!"


O süreçten aklımda kalan üç cümleden biri bu oldu. Dünya insanı olmamak. 


Hani, nasıl desem, haksız da sayılmazdı aslında. Bâb-ı Âlî'nin dünya olduğu yerde ben gerçekten dünya insanı değildim.


Nereden geldi şimdi bu aklıma? Şöyle: Bir süredir bir yurtdışı gidişidir tutturdum. Buna sağı solu da ikna ettim. Gittim geçen sene paşa paşa bir bursa başvurdum. Temmuz'da reddi yedim. Yetmedi Ekim'de bir başkasına başvurdum. Bu defa Aralık'ta hem akademik dayak hem de ret yedim. 


Bugün ilk ret yediğim kuruluşa yeniden başvurmak üzere verilen eğitim seminerine yeniden katıldım. 2 saat sabırla, üşüdüğümü bile anlamadan orada verilen başvuru taktiklerini dinledim. Daha devam edeceklerdi. Ben çıktım. Çok üşüdüğümü o zaman anladım. Acıkmayı ve üşümeyi bazen unutabiliyorum. Yeniden hatırlamam için birinin beni yerimden etmesi gerekiyor. 


Bulvardan aşağıya doğru yürürken bu mevzuda, yurtdışına gitmekte, neden bu kadar ısrarcı olduğumu düşündüm. Bir neden bulamadım. 

Monday, February 7, 2011

Hiç

Zaman zaman oluyor. Elimde değil. Bir konuşmamızda Selinovski, insanın yeterince düşünürse intihar etmemesi için bir neden olmadığını söylemişti. Son derece yerinde bir tespitti doğrusu. Zira doğduğumuz andan itibaren ölmek üzere yaşamak yaman çelişki. Irvin Yalom, Güneş'e Bakmak'ta bu mevzuyu incelerken insanın ölümlülüğüyle yüzleşmesinin yahut yüzleşememesinin neden olduğu sıkıntıların aslında son derece gerçersiz olduğunu ifade ediyor. Yalom'a göre öldüğünüz anda artık bir yokluk ve hiçlik içinde olacağımıza göre bundan korkmanın ve ölümden sonra pişman olma endişesiyle yaşamanın pek bir anlamı yok. Güzel söylüyor tabii ama Selinovski'nin dediği noktaya dönersek, hadi kendi ölümümden geçtim, nasıl olsa ben öldükten sonrasına dair bir bilincim olmayacak da sevdiklerimin ve dahi seveceklerimin ölümü için ne yapabilirim?

Hiç... 


Şimdi bu "hiç" basit bir sözcük gibi orada öylece durmakla birlikte bu hiçin nedeni olan durum hasıl olduğunda bu kadar basit kalmak mümkün olmuyor. Hayatın tepe taklak olması ân meselesi iken sanki bir şey olmayacakmışcasına bir şeylere sarılıp devam etmek ancak bir delilik. Bu durumda benim zihnim kontrollü bir yıkım öneriyor. Her şey güzel giderken birden içimden bir ses "Nasıl olsa bozulacak, o zaman hiç beklemediğin bir anda bozulacağına, elin kolun bağlı öylece oturacağına, otur sen boz." Kontrollü yıkım. 


Bozmanın yolu elbette "zaten öleceksiniz" deyip sevdiklerini öldürmekten değil, "zaten öleceksiniz" deyip kendini öldürmekten geçiyor. Bütün mesele "yeterince düşünmek" ve bir parça cesaret... 


Olmuyor tabii. Mantıken bunların hepsini kabul etmeme  ve o cesarete az buçuk sahip olduğumun farkında olmama rağmen Yalom'un "hiçbir şey bilmeyeceksin" sözü bir kulağımdan girip öbüründen çıkıyor ve  arkamdan ağlayan kardeşimi hayal ederken hüngür hüngür ağlarken buluyorum kendimi. 


Şimdi bu nereden çıktı derseniz, "32 yaşında ölen bir anne, 55 yaşında 20 gün içinde ölümün eşiğine gelen bir baba, bu iki figürün benim bütün dünyevi hırslarımın ve sıkıntılarımın (tez tez tez) tavan yaptığı bir anda karşıma çıkmaları, yaşların bile kendi kişisel tarihimle neredeyse denk düşmesi ve beyaz florasan ışığından nefret etmem tetikledi" diyebilirim. Size bir şey ifade etmez ama bana çok şey anlatır. 


Az sonra yanıma gelip yüzümdeki garip ifadeye ve suskunluğuma baktıktan sonra neyimi olduğunu soracak olan sevgilime "Hiç" diyeceğim. Irvin Yalom'un kastettiği anlamıyla bir hiç.