izleniyoruz

Monday, March 1, 2010

Rahat! Hazrol! Hizaya gir!

''Sayın blog yazarı, bugün bir tesadüf eseri bloguna girdim. Üzülerek fark ettim ki Türkçeyi son derece kötü kullanıyorsun. (not:TDK online yazım kılavuzu uyarınca özel isim gibi yazılan dil isimlerine gelen ekler birleşik yazıldığı için ayırmadım) Sözcükleri gündelik hayatta söylediğimiz biçimde yazdığın yetmezmiş gibi eklerle bağlaçları birbirinden ayırmaktan da acizsin. Bu durumda yazı yazmamalı, kendini ifade etmemelisin. Zira yazı, avamın doğal hakkı değil belli bir zümreye belli koşullarda tanınmış bir ayrıcalıktır. Haddini bil!''

Anonim blog yorumu

Henüz yorum yapanlar arasında konuyu bu kadar düzgün olarak ifade edebilenini görmediğimi söylemek isterim. Bir eleştiri getireceksen ''Türkçeyi doğru kullanmıyorsunuz'', ''Türkçeyi katlediyorsunuz'', ''Bağlaç olan 'de' ayrı, ek olan '-de' bitişik yazılır, 'ebenin damında' ise 'de' olmadığı için yazılmaz'' biçimde yorumların ötesinde bu meselenin okuru neden rahatsız ettiğine dair daha somut bir eleştiri bekliyorum. Bu okur grubuna yönelteceğim eleştirilerime geçmeden önce, müsadenizle, yüksek bir Türkçe ile yazdığım ve sayısız (!) insana ulaştığım bu köşede bu lafları hangi sıfatla etme cüretinde bulunduğumu da söyleyeyim de bu konudaki icazetimi baştan alayım. Bendeniz iki dili anadili gibi konuşan, 2001 yılından beri hem kitap hem AB projeleri çevirileri yapan, yayımlanmış (dikkat edin, eğer basılı yayınlardan bahsediliyorsa kullanılması gereken fiil 'yayınlamak' değil, 'yayımlamak'tır) 10 çeviri kitabı bulunan bir çevirmen, aralarında Halide Edib'in bir kitabı da olmak üzere 3 kitabın editörlüğünü yapmış, hâlen biri AB projesi biri alanında dünyaca ünlü profesörlerin bildirilerinden oluşan bir sempozyum kitabı olmak üzere iki ayrı kitabın editörlüğünü yürüten bir editör, Türk edebiyatı bölümünde 160 sayfalık bir yüksek lisans tezi yazmış, bu tezi yazmadan önce Hakkı Devrim'i solda sıfır bırakacak düzeyde titiz bir akademisyenin dil ve yazılı anlatım konusunda rahle-i tedrisinden geçmiş, hâlen bu alanda çalışmalarını doktora düzeyinde sürdüren ve bu kadar uzun bir cümleyi herhangi bir anlam düşüklüğü olmadan yazabilen bir akademisyen adayıyım. Bu kadar sıfat, az sonra edeceğim lafları etme yetkisini bana vermezse -biraz mübalağa ederek söylüyorum- başka da kimseye vermez efendim.

Söz, halkın; yazı, aristokrasinin aracıdır. Söz küçümsenir, yazı yüceltilir. Söz, kahvehanedeki âşığın işidir; yazı, saray meclisindeki şairin işidir. Söz kuralsızdır, eğilir, bükülür, yeniden üretilir. Yazı, kurallıdır, sımsıkı bir cendere içindedir. Sözü nasıl söyleyeceğini sen belirlersin, yazıyı nasıl yazacağını başkaları belirler. Bütün çatışma işte bu ayrılıktan doğar. Okuma-yazmanın artması, matbaanın yazılı metni herkesin erişimine sunması, her söz söyleyebilenin artık yazı da yazabilir olması söz ve yazı arasında başından beri süren bu gerilimi daha da körükler. Yazı yıllardır elinde bulundurduğu iktidarı söze kaptırmamanın, alanının söz tarafından işgalini önlemenin bir yolunu arar durur. Günümüz söz ve yazı arasındaki ayrılığın, yazının belli bir zümreye aidiyetinin artık yıkılmakta olduğu, her söz söyleyenin kelimenin tam anlamıyla artık yazı da yazabildiği bir zamana tekabül etmektedir. ''Söz söylüyorum o zaman yazabilirim de'' artık herkes için mümkün bir önermedir.

Yukarıdaki önermeyi mümkün kılan elbette teknolojidir. Yazının bir ürünü olan teknoloji, yazıyı âdeta sırtından bıçaklamış ve yazının alanını herkese açmıştır. Bugün bir blog açıp ''söz söylemeye'', ''anlatmaya'' başlamak artık sadece bir an meselesidir. Kendi yaşadığım bir örneği vermek gerekirse bir  yazıyı Radikal Kitap Eki'nde orasından burasından kırpılmış hâlde yayımlatmak için araya bir tanıdık koyup 4 hafta beklemem gerekirken aynı yazıyı sansüre uğramamış hâlde blogda yayınlamam sadece karar verip ''publish post'' ibaresine tıklamaktan ibaret bir zorluk içerir. Aşılamayacak şey değil.

Bugün okuduğu blogun dilini, anlatımını, içeriğini beğenmediğinde sağ ya da sol üst köşedeki çarpı işaretine basıp sayfayı kapatmak yerine ''olmamış'' demeyi marifet sayanların temel derdinin söz ile yazı arasındaki bu kavgada gizli olduğunu düşünüyorum. Bu kişiler okudukları blogda avamın anlatma aracı olan söze dair ibareler gördükleri zaman, yazının sarsılmaz kurallarının ve iktidarının savunucuları olarak kendilerini saldıraya uğramış varsayıyor ve tüm güçleriyle karşı saldırıya geçiyorlar.

Blog yazarlarının yazdıklarını bastırmak istediklerini hayal edelim bir an. Siminya, ''sexy_baby_angel18@hotmail.com'' başlıklı yazısını, Fevkalade Olağan ''erkeğin kapris eşiği'' adlı ''toğorisini'', Enteldantel ''görükmez canavarları''nı,  Fevkalade Olağan ve Enteldantel etek traşı'nda ''barbi inek :))))'' başlıklı msn konuşmalarını, Sami Hazinses ''bana mutluluğun resmini yapsan ne sikime yarar abidin?'' adlı şiirini, Fenasi Kerim ''Japon Küçük Kız Pornoları'' başlıklı incelemesini içeren bir kitabı yayınlatabilirler miydi emin değilim. Umut Karacaoğlu, banka soymadığı gibi blog gibi gereksiz işlere de girmeseydi dil erkinin nispeten onayladığı bir dille yazdığı öykülerini kitap hâline getirebilirdi belki ama muhtemelen üste para vermesi ve kitabın satılmasını beklemesi gerekirdi. Hepsi bu süreçte birçok zorlukla karşılacağı gibi birçoğunun kitabı kapıdan geri çevrilecek, ilk elemeye bile giremeyecekti. Oysa blog, onlara bu süreçlerin hepsini atlayıp doğrudan doğruya okura ulaşma fırsatı verdi. Neyi anlatacaklarına, nasıl anlatacaklarına, ne zaman anlatacaklarına tamamen kendi özgür iradeleriyle karar verdikleri bir platform sağladı internet onlara. Dil aristokratlarının tahammül edemediği de işte tam bu özgürlük durumu, bu denetimsizlik, bu dilediğince ''söz'' söyleme özgürlüğüdür kanımca.

İşin bir boyutu bu denetimsizlik durumu. İkinci boyutu ise -tabirim affola- ama yazıdan anlamama durumu. Bu Hakkı Devrim'den titiz hocamız ''Edebiyat Kuramları'' dersine girdiğinde ilk olarak bize şunu söyledi: ''Bir metinde yazar, hiçbir zaman anlatıcıya eşit değildir. Aynı zamanda yazar, kahramana da eşit değildir''. Yazar, kanlı canlı bir varlıktır. Ama yazmaya başladığı anda orada artık ikinci bir ses vardır, anlatıcı! Anlatıcının sesi, yazarın sesinden farklı bir sestir. Anlatıcı bir kurgunun parçasıdır. O kurguya bağlı olarak hareket eder. Kurguya uygun konuşur. Kurgu, üslubu da belirler. Diğer bir ifade ile anlatıcı ve kahraman kurgunun gerektirdiği biçimde ifade ederler kendilerini. Kurgudaki bu üslubu yazarın gerçek hayattaki anlatımıyla karıştırmamak gerekir, zira ikisi farklıdır.

Siminya, Sami Hazinses, Enteldantel, Fevkalade Olağan, Umut Karacaoğlu ve müstear ad ya da gerçek ad kullanan daha birçok blog yazarı aslında bir anlatıcı karakter yaratmıştır. Bu anlatıcı karakter, yazarın kendisi için belirlediği kurguya uygun hareket eder, ona uygun konulardan bahseder ve ona uygun bir dil kullanır. Siminya kenar mahalle dili kullanmaktan hoşlanır, Sami küfürbazdır, Fevkalade Olağan dili söylediği gibi yazmayı sever, Entendantel'in dili düzgündür ama mantığı çarpılmıştır,  Fenasi düzgün bir anlatıcıdır ama konuları sapkındır, Umut da usul usul anlatır ama durduğu noktayı değiştirir durur. Ama bunların hepsi yazınsal alanın karakterleridir ve yazınsal alan çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bu nedenle Siminya'ya '' 'de''yi ayırmadın'' demek, Sami'yi çok küfretmekle suçlamak, Fevkalade Olağan'ı yazı yazmayı bilmemekle itham etmek, Fenasi'ye ''bu anlatılmaz'' demek, Umut'a böyle anlatılmaz bu öykü demek mantık dışıdır. Okurun görevi neyin nasıl olacağına karar vermek değil, neyin neden böyle yapıldığını, bu üslubun, bu kurgunun, bu içeriğin ardında ulaşılmak istenen hedefin ne olduğunu anlamaya çalışmaktır.

Siminya, bu kadar kurallarını yıktığı dil ile aslında kendi dünyasını belirleyen kurallara karşı çıkmaktadır. Zaten kurallarla dolu, sıkıcı bir dünyayı aynı kurallı cümlelerle anlatırsanız, sıkıcı olmaktan öteye gidemezsiniz. Öte yandan Fenasi gibi zaten kendi başına sarsıcı, hatta yıkıcı bir içerikten söz ediyorsanız deneysel bir dile ihtiyacınız yoktur. En azından dilin kurallar içerisinde kalması malzemenin hazmını kolaylaştırır. Enteldantel ve Umut gibi anlatmak ise derdiniz, o zaman kurguyla oynarsınız dilden ziyade. Ama Enteldantel ve Fevkalade Olağan'ı koyduğunuzda yan yana işte o zaman mizah çıkar ortaya ve mizah, tamamen semantik bir olaydır. Dilin hiç düşünülmeyen anlamları ile düşündürtmeyi gerektirir okuru. Sami, küfrü kullanır. Yazıya küfür girmesi zaten başlı başına bir olaydır.

Bunların hepsi edebiyattır. Yüksek edebiyatın, ''O kadar da mühim değil, Elif Şafak, Orhan Pamuk etc. kitabı değil sonuçta'' iddiası, tahtının sarsılma korkusundandır. Yüksek edebiyat -her neyse o- kendi kuralları dışında edebiyatın, bu kadar denetimsizce icrasından ürkmektedir. Ürksün. Oğuz Atay, Leyla Erbil, Vüs'at O. Bener yazdığında da ürkmüştü. Herkes Tanpınar olmak, Tanpınar gibi yazmak zorunda değil. Tek değerli olan da Tanpınar çizgisinde olan değil.

Bu bolluk içinde her şeyin kaliteli olmasını beklemek elbette hayalperestlik olur. Ama bu bolluk içinde gerçekten iyi olanların da hakkını teslim etmek gerekir. Bir kitabın kötü ya da zevkinize uygun olmadığını anlamanız için genellikle satın almanız gerekir. Oysa bloglar sizi bu zahmetten ve masraftan kurtarır. Bilgisayarınızın ekranında istediğinizi okuyup istemediğinize yüz çevirebileceğiz bir derya deniz sunar size. Hatta dahası kötü kitabın yazarına getiremeyeceğiniz eleştirileri burada blogun yazarına iletebilirsiniz. Ama iletmenin de bir sınırı vardır. Hatta çoğu zaman iletmeye gerek yoktur. Beğenmedim, der ve bir daha okumazsınız olur biter. Ama beğenmediğiniz şeyi kendi istediğiniz şekle sokma çabasının adı diktatörlüktür. Böyle bir özgürlük ortamında pek işe yaramaz. Siz beğenseniz de beğenemeseniz de onlar sizin istemediğiniz o biçimde yazmaya ve birileri onları okumaya devam edecektir. Bu düşünceyi hazmetmeye çalışmak yerinde olacaktır.