izleniyoruz

Sunday, April 18, 2010

Adını bağışlar mısın, yiğidim?

Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi'nde ''Ad Koymak, Lakap, Soyadı'' başlığı altında bir zamanlar ad koyma ritüellerine, hangi adın neden seçildiğine, ad büyülerine dair adın geçmişinden kısaca bahseder. Ad koymak, vakt-i zamanında son derece önemli bir iştir. Zira ad koyulmaz, hak edilir. Hak edilen ad kişinin şahsına dair en önemli bilgi kaynağıdır. Olası düşmanlar tarafından bilinmesi sakıncalı durumlar yaratabilir: ''Çünkü birine büyü yapabilmenin kapılarından biri adını bilmektir''. Dolayısıyla başlıktaki soru, kişinin tanınması, ün salması ve buna hürmet gösterilmesi durumundan ziyade ''kendi hakkında önemli bir bilginin yabancı biri tarafından öğrenilmek istenmesinin hoş karşılanmayabileceğine'' işaret etmektedir. Hâl böyleyken kimse beni internette açık kimliğimle dolaşmaya ikna edemez. Hele Barış Atasoy'un Friendfeed'de büyücülüğe başlamayı düşündüğünü alenen ifade ettiği şöyle bir dönemde müsade edin de adım bana kalsın.

Tanık olduğum en ateşli takma ad - gerçek ad tartışması, Serdar Kuzuloğlu'nun şu feedinde yaşandı. 5posta, bu feed altında yaşanan tartışmalardan duyduğu rahatsızlığı hem feed altında hem de daha birçok vesile ile blogunda ifade etti. Konuyu kısaca özetlemek gerekirse, gerçek isim taraftarları takma isimle fikir beyan etmenin iki yüzlülük olduğunu, sıkıyorsa kimliği açık edip düşüncenin dile getirilmesi gerektiğini, aksi takdirde ortaya koyulan fikre saygı duymadıklarını ifade ettiler. Haklarıdır saygı duymak lazım. Ancak işin doğasını göz ardı ederek yapılan bu eleştiriler biraz havada kalıyor gibi geliyor bana.

Folklor kavramı hâlen daha zihnimizde köyle, köylüyle ve bunlara dair ürünlerle ilişkilendirilmiş durumdadır. Türkü, folklor olabilir. Geleneksel mutfak, folklor olabilir. Yemeniyi takıp şalvarı giymek folklor olabilir, ama modern hayatın içinde folklorun bir yeri yoktur gibi bir izlenim konuyla yakından ilgili olanlar dışında herkesin zihnindedir. Zira folklorün arkaik bir şey olduğu düşüncesi biz fark etmeden daha küçük yaşlarda bize benimsetilir. Oysa folklor, bir grubun söz konusu olduğu her durumda ve ortamda mevcuttur. Bir araya gelen grup üyeleri küçük ölçekli olarak ''halk''ı, bu halk da kendi folklorunu üretir. İnternet de bir cemaat oluşturması nedeniyle bu durumun dışında kalmaz ve kendi folklorunu üretir. Yeni yazı biçimi, kullanılan duygu belirten ifadeler, hitaplar ve daha birçok öğesi ile takma adlar da internetin ürettiği geniş folklor dünyasının bir parçasıdır.

İnternette takma ad kullanılır. Bu kadar basittir aslında olay. Her saz şairinin adının başına âşık sıfatını eklemesi, her divan şairinin mahlas alması kadar doğal. Çoğu kez mevzu artık ne olduğumuza göre değil, dayatma şeklinde verilen adlarımıza bir alternatif oluşturup ne olduğumuzu daha iyi ifade etmektir. Bir kimlik oluşturmaktır. İnşa edilen kimliğin en önemli parçası olarak, kimliğe uygun bir adın seçilmesi de kaçınılmazdır.   

Toplumların çeşitli dönemlerinde takma adlar ya da karakterler düşüncelerin var olan iktidarın gazabına uğramadan ifade edilebilmesi için de kullanılmıştır. Bizim toplulumuzda günümüze kadar gelen önemli karakterlerden bazıları Dadaloğlu, Köroğlu, Karacaoğlan, Nasreddin Hoca'dır. Dadaloğlu, Köroğlu, Nasreddin Hoca bir iktidar eleştirisi aracı olarak kullanılırken, Karacaoğlan cinselliğin ifade edilişinin sözcüsüdür. Halk, ''ben demiyorum, O diyor'' diyerek aslında vebali bunları söylemesi meşru kabul edilen bu karakterlere yükler ama bir taraftanda da söyleyeceğini söylemekten geri kalmaz.  

Günümüzde internette takma ad ile yaratılan karakterlerin benim gözümde bundan farkı yoktur. Amaç her ikisinde de düşünceyi daha sansürsüz bir biçimde ifade etmektir. Düşüncenin çekeceği tepkiden ürkmek, iki yüzlülükten ziyade insani bir durumdur. Eğer düşüncenizi açıkladığınız için ayıplanabileceğinizi, dışlanabileceğinizi, saldırıya uğrayabileceğinizi, cezalandırılabileceğinizi biliyorsanız, bu durumda takma ad kullanmayı değil, sizi bu duruma düşürenleri sorgulamak gerekir. Ancak bu sorgunun son derece ütopik olduğunu da kabul etmelidir Her sistem, sadece siyasi sistemleri kast etmiyorum, kendi varlığını korumak üzerine hareket eder ve muhalif sesi bastırır. İşin doğası budur. Ama onun bu baskısına muhalif ses mutlak kendini duyurmanın bir yolunu bularak cevap verir.

Takma adla açıklanan düşünceye saygı duyma mevzusuna gelince... Sanırım burada benim mesleki defarmasyonum devreye giriyor. Ben bir metne baktığımda yazarını en son düşünüyorum. Adını, soyadını, şeklini şemalini, geçmişini şimdisini merak etmiyorum. Daha doğrusu yazardan bana bütün bunları verili bilgi olarak sunmasını beklemiyorum. Neden? Çünkü aradığım bütün cevapların yazıda gizli olduğunu biliyorum. Şimdi şunu kabul etmek lazım, her yazardan bahsetmiyorum. Elbette bir çokluk ve çoklukla birlikte bir kirlilik söz konusu ama el insaf! Nasıl her gerçek isimle yazılan kitabı okumuyorsak, kendimizce bir iyi-kötü ölçütümüz varsa, bu sağduyuyu internette de göstermekten çekinmeyelim. Ne diyordum? Evet, yazı... İyi yazar, gerekli bütün bilgileri yazısında verir: siyasi düşünceleri, yaşam biçimi, geçmişi, şimdisi... E o zaman dahasını neden istiyorum?

Dahasını istemenin altında yatan neden, pek masum değil gibi geliyor bana. Bunlardan ilki takma adla ifade edilen düşünceden haz etmemek. ''Onaylamadığım şeyin ifade edilmesine de karşıyım''. İkincisi haz edilmeyen düşüncenin böylesine kolay bir biçimde ifade edilmesi. Oysa ne güzel bir sansür mekanizmamız vardır herkesin üzerinde, ne gerek var bunu delmeye? Üçüncüsü elitizim. Düşüncenin kendi içinde tutarlılığını aramak yerine, düşüncenin kim tarafından ifade edildiği ile ilgilenmek. ''Merhaba Zuhal Dönmez, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi mezunuyum, yükseklisansımı Bilkent'te tamamladım. AB proje Koordinasyon Merkezi'nde çalışıyorum. Düşüncelerim budur'' dendiğinde düşünce birden kıymete biniyorsa ben size kısaca bir siktirin gidin demek istiyorum. ''Yok öyle değil'' diyorsan eğer, e o zaman derdin ne? Ben söyleyeceğimi söylemişim, kendimi ortaya koymuşum, nedir bu ısrar, nedir bu burnu büyüklülük? ''Ben adımla yazıyorum, korkmuyorum'' değil onun adı, düzeltelim lütfen, ''ben adımla yazıyorum, sansürlüyorum''dur, zira gördüğüm kadarıyla korkulacak bir şey yazmıyorsunuz zaten.

Velhasılı kelâm, ben adımı bağışlamam. Bağışlamadığım adımla, benim tarafımdan belirlenen kimliğimle internette var olmaya devam ederim. Yarattığım o karakter ile sinir olacağın bütün o yazıları yazarım. Sen ciddiye almaz mısın? Alma canın sağ olsun, yeter ki benim istediğim adla yazma özgürlüğüme halel gelmesin.

Thursday, April 1, 2010

Umut'un Rüya'sı ne zaman uyudu, ne zaman uyandı?

Ölüm bilinmezliği, bir bilenin anlatmazlığı ile edebiyatın her dem en ilgi çeken konularından olmuştur. Ölüm miti, gerek dinî kaynaklarla gerek folklorik söylentilerle beslenir durur. Edebiyat zaman zaman dinî kaynakların zaman zamansa folklorun ürettiklerini yeniden biçimlendirmek suretiyle kendine malzeme yapar. Bunun yakın bir örneği Umut Karacaoğlu'nun Mavi Elbiseli Adam nam öyküsüdür. Öykü, 10 bâbtan oluşuyor. Öykünün kahramanı Rüya adında, adı gibi kendi de bir rüyada olan genç bir kızdır.

Öyküyü özetlemek gerekirse, Rüya o sabah erken saatte bir kabus ile uyanır. Gördüğü kabusta mavi elbiseli bir adam ve kaynayan toprak vardır. Az sonra bir süredir hasta olan dedesinin ölüm haberini veren bir telefon gelir. Rüya'nın gününün geri kalanını bu ölüm haberi şekillendirir. Tek başına sokaklarda dolaşır, cennet ve cehennemi düşünür, dedesinin cenazesine gider, ardından aslında asıl ölenin dedesi değil, kendisi olduğunu anlar.

Öykü, ölümle ilgili dinî ve folklorik anlatılara dayanır ve bunun edebî bir anlatımını sunar. Dinî ve folklorik anlatıma göre ölü, öldüğü sırada aslında ölü olduğunun farkında değildir. Gün boyu kendi cenazesini bir tanık gibi izler, ama bunun kendi cenazesi olduğunun farkında olmaz. Bedeninin evinden alınışını, yıkanışını, kendi için üzülen insanları seyreder, ama bütün bunlara bir anlam veremez. Dinî anlatılarda 'bedenini yıkayanı görür' ifadesine özel bir önem verildiğini söylemek, öykünün gidişatında bir düğümün çözülüşüne katkıda bulunacaktır. Anlatılara göre ölü, toprağa koyulur, üzerine tahtalar dizilir, üstü yeniden toprakla kapatılır. İmam da başından ayrıldıktan sonra ölünün ruhu yeniden bedenine girer ve kabrinde doğrulmaya çalışır. İşte o anda kafası hemen başının üstündeki tahtaya çarpar ve ölü o anda öldüğünü idrak eder.

Öykü, ölü olduğunun okuyucu tarafından anlaşılmaması üzerine kuruludur. Yine de Karacaoğlu, birçok ipucu ile okuyucusuna aslında Rüya'nın o anda yaşamadığını sezdirmek istemektedir. Örneğin ilk ipucu birinci bâbdaki 'gidemeyeceği bir ölü evine davet ediliyordu' cümlesinde gizlidir. Ölen kişi, Rüya'nın dedesi olduğuna göre, Rüya'nın bu eve 'gidememesi' diye bir durum söz konusu değildir. Olsa olsa 'gitmeyeceği' bir ölü evi olabilir bu. Oysa bu imkânsızlık belirten fill kullanımı okura bir engeli hatırlatmak ister gibidir. İkinci bâbdaki ipuçları şu sözlerle verilir: 'Hayalle hakikati, rüyayla gerçeği ayırabilecek durumda değildi. Koskoca bir dünyanın altında kalmıştı. Sabah ezanı bitene dek açmayacaktı gözlerini... ve sonra; bir cenazeye uyanacaktı.' Hayalle hakikati ayıramayacak bir durumda, aslında araftadır Rüya.

Üçüncü bâbda sahilde görürüz Rüya'yı. Kimse yoktur sahilde garip bir biçimde. Rüya yapayalnızdır. 'Her şeyden uzak ve yalnız hissediyordu kendini. Bu sis, sanki her şeyle arasına bir mesafe koymuştu, herkes uzaktı ona, bastığı kaldırımlar ve cenazenin avlusunun önünde gördüğü tanıdık yüzler olmasa, Rüya, sokağın sonuna gelmeden, tüm dünya’nın onu terk ettiğini düşünecekti.'

Dahası sonra göreceğiz ki birilerinin olması da Rüya'yı gördükleri anlamına gelmemektedir. Yedinci bâbda kuzeniyle yaşadığı sahne de bunu gösterir:

'Rüya ona doğru biraz daha yaklaştı. Belki onunla konuşabilir, biraz olsun rahatlardı. Tam bunları düşünürken çocuk çekildi tabutun başından ve kalabalığa doğru ilerledi. Birisi sırtına vurdu geçerken, “aferin oğlum.” Çocuk sıkıntıyla yüzünü buruşturdu, ağlayacaktı.. Rüya, tekrar ona doğru ilerleyecekken, o, cami tuvaletine doğru hızlıca ilerledi ve gözden kayboldu.'

Aynı bâbda eline bir lira sıkıştırdığını sandığı dilenci de görmez onu. Annesi ve kardeşi de yoktur ortalıkta. Gasilhane'ye girdiğinde ne amcası ne babası onun orada oluşuna bir tepki gösterir. Yine babası mezarın başında Rüya'nın dedesi için yazdığı şiiri okurken 'Ufacık bir süre Rüya’ya doğru bak[ar]' ama hiçbir tepki vermeden okumaya devam eder. Kısacası Rüya, yoktur. Bunun dışında bir önemli ip ucu verir Karacaoğlu. Birini öykünün sonunda dikkatsiz okuyucuları için kendi ifşa eder. Cenaze namazı sırasında edilen dua da mevta kadın olduğu için 'mû'mi“Ellahummeğfir lihâzihil meyyit” denir.

Mavi Elbiseli Adam, temel olarak Rüya'nın öldüğü andan öldüğünü idrak ettiği ana kadar geçen süre zarfında yaşadıklarını anlatmaktadır. Muhtelemen Rüya, o sabah, ezandan önce dedesi için yazdığı şiiri okuyup kendini yalnız yaşadığı evinin balkonundan atmıştır. Çok sevdiği, çocukluğunun önemli bir figürü olduğu belli olan hasta dedesini bir hafta önce ziyaret etmiştir. Kuvvetle muhtemeldir ki bu bir hafta içerisinde bir günde dede ölmüştür. Rüya'nın zert zemine çarpmasının ardından bedenini terk eden ruhunun gün içinde yaşayacaklarında birkaç gün önce katıldığı bu cenazenin izleri görülmektedir. Rüya'nın ruhu, ölüm sonrasında ruhun durumu ile ilgili anlatılara uygun olarak kendi ölümünün farkında değildir. Katıldığı cenazeyi dedesinin cenazesi gibi kurgulaması bu yüzdendir. Rüya'ya bu tek günlük süre zarfında tanıyan tek kişi gassaldır. Ölüm sonrası ile ilgili anlatılarda 'sizi yıkayanı görürsünüz' sözü önem arz etmektedir. Öyküde de bir tek gassalın Rüya'yı görmesi bir karşılıklılık olması açısından anlamlıdır. Rüya, onu görür, o Rüya'yı görür. Rüya'nın uyanışı da ölüm sonrası ile ilgili anlatılara uygun olarak bedeninin toprağa girişi ile başlar. Bu kısmını görmeyiz ama muhtemelen Rüya'nın artık mezara girdiği, üstünün örtüldüğü ve yakınların mezarın başından ayrıldığı o anda Rüya'nın ruhu evine, aslında bedenine döner ve Rüya ayağa kalkmak ister. Bu anda kafasını vurduğu tahta öldüğünü idrak etmesini sağlar: 'Her şeyi öylesine bir çırpıda anladı ki, delirecek gibi oldu. Beş kat aşağıda, bedeni, çimlerin üzerinde yatıyordu.'